Adalet Temurtürkan’la Söyleşi

10 Nisan 2025
HATİCE GÜNDAY ŞAHMAN

Hatice Günday Şahman
sordu.

Adalet Temurtürkan
yanıtladı.

Hatice Günday Şahman: Sevgili Adalet Temürtürkan kitabınıza geçmeden önce yazarlık yolculuğunuzu sormak isterim. Yazmaya nasıl başladınız ve sizi yazmaya yönelten nedir? Yazıyla kurduğunuz bağı nasıl tarif edersiniz? 

Adalet Temürtürkan: Uzakları yakın eden, hasretleri kavuşturan mektup çağı kuşağındanım. Yeni yılı, bayramları simli tebrik kartlarıyla kutlayan, özel günlerde birbirine kitap hediye eden, hatıra defterleri olan kuşağın okuma, güzel cümle kurma tutkusu çocukluk çağında başlıyordu. Haberleşme, dertleşme ve sosyalleşmenin mektupla yapılığı ortaöğrenim yıllarımda ailemden uzaktaydım. Özlemleri azaltan, sevinçleri çoğaltan mektupları okurken, cevap yazarken duygu ve düşüncelerimin farkına varıyor, en doğru şekilde ifade etme denemelerini yapıyordum. Aile, arkadaş, öğretmen, öğrenci mektuplaşmalarında okuduğumuz kitaplar, izlediğimiz filmler, yaşadığımız, gördüğümüz olaylar hakkında görüş, izlenim,  duygu durumlarını birbirimize yazma alışkanlığı zaman içinde tutkuya dönüştü.  Lise yıllarımda okul gazetesi çıkarma,  edebiyat kolu başkanlığı gibi faaliyetlerim, şiir, kompozisyon, kitap inceleme ödüllerim vardı. Postal sesinin sokağa indiği günlerde çok sayıda kitapla birlikte şiir defterlerim de yandı. Üniversite ve çalışma hayatı döneminde dar zamanlarda yazdığım şiirleri defterlerden bilgisayar aktardım, bekleyin, dedim. O döneme kadar gazete, roman,  biyografi, deneme, şiir okuyor, resim sanatıyla ilgileniyordum. Aktif çalışma döneminde kanun, tüzük, yönetmelik, sözleşme gibi ruhsuz resmi metinlerin içinde boğulmaktan kurtuluş molası gibiydi, dar zamanlarda okuduğum edebi metinler. Emekli olunca, Ankara Öykü Günleri etkinliklerini takip etmeye başlamıştım ki sizi de o sırada tanıdım.  Sevgili Fulya Bayraktar’ın özveriyle sürdürdüğü Babil Kültür Sanat etkinliklerini, Patika Dergisi yönetimince düzenlenen Patika buluşmaları gibi Ankara’da edebiyat etkinliklerini, yazılı ve dijital edebiyat dergilerini takip ederken yakınlaştık, kaynaştık öyküyle. O sırada dümeni şiirden öyküye kırdı kalemim. 

Soma patlaması sonrasında ekrana yansıyan görüntüler, insan yüzleri,  çığlıklar, çaresiz bakışlar, öfkeli haykırışlar, sağırlar suskunlar, yalanlar şiire sığmıyordu zaten, öfke ve acı kusuyordu şiir. Başka türlü anlatma arayışı içindeydim. Sayfalar dolusu yazmaya başladım. Yazdığım metinler neydi bilmiyordum. Kalemin ucundan deftere, beyaz ekrana aktı geldi cümleler.  Bir bilene danışayım, dedim. Benden önce yol alanlarla, ustalarla tanıştım, eğitimlere katılım. O günlerden beri büyüsüne kapıldığım öykü yolunda düşe – kalka yürüyorum,  karşınızdayım şimdi.

H. G. Şahman: Çoktandır beklenen ilk kitap yayımlandı, okura ulaştı ve geri dönüşler almaya başladınız. Neler hissediyorsunuz? 

A. Temürtürkan: Bekleme süresi uzun sürdü.  Kitap elime geldiğinde ne sevinç ne heyecan kalmıştı.  Kitaptan önce haberi geldi,  basım tarihi bildirildi. Haberi paylaşmadım, önce dostlar paylaştı, sonra yayınevi, sonra da ben. Hazırladığım teşekkür metnini eklemeyi dahi unuttum. İlk öyküm, okuduğum kitaplara ilişkin yazım dergilerde yer bulduğunda duyduğum heyecan ve sevinci duymadım kitap çıktığında. Asıl heyecanı, bir öykünün ilk cemresi içime düştüğünde yaşıyorum. Her satırın, her cümlenin ipek bir halı dokur gibi sabırla, özenle kurulması sırasında heyecan doruğa ulaşıyor. Dosya oluşturma, yayınevine gönderme, bekleme süresi, benden veya başka etkenlerden kaynaklı gecikme sebepleri sıkıntılıydı. Reddedilmedim ama çok bekletildim. “Nereden bulaştım bu işe, kitaplı olsan ne olur olmasan ne olur, dergiler neyine yetmiyor?” dediğim anlar çok oldu. Ancak Çoktandır Söylenmemiş’i okuyanlardan  gelen yorumlar, yazma sürecinin keyfini çoğaltıyor.  Özellikle dil ve üslup konusunda  gönendiren  yorumlar sevinç veriyor elbette.  Boşuna değilmiş bunca emek ve zaman, küçük kusurlardan ders çıkarmalı, bütünün ışıltısından keyif almalısın, dedim. Hiç tanımadığım yazar, eleştirmen ve okurların her öyküyü satır satır incelemesi,  duygu ve düşüncelerini paylaşması, yazdığım meseleye ortak olması, farklı bakış açılarıyla benim duygu-düşünce dünyamı zenginleştiriyor, yeni dosyayı hazırlama heyecanı veriyor. Bekleyen öyküler baş kaldırıyor, unutma bizi diyor, gün yüzüne çıkmak istiyorlar sanki. Kitabın çıktığı ilk günlerde atamadığım sevinç çığlığını,  gönendiren yorumlar aldıkça çokça atıyorum şimdilerde. Öte yandan, yazarın işi okumak, araştırmak, yazmak olmalı, hangi meseleyi nasıl yazacağına kafa yormalı. Oysa dönem farklı.  Yayınevlerinin yapması gereken tanıtım görevini yazarın sırtına yüklemesi çok ağır ve kötü hissettiren durum. Sosyal medya çığırtkanı olduk. Kitabım var! gel okur gel, bak bana, gör beni, oku beni, der gibi görseller paylaşmak zorunda kalıyoruz.  İncitici. 

Dayanışma içinde olması gereken yazarları rekabet içinde görmek, nitelikli edebiyatın geleceği konusunda endişe verici, üzücü. Kapitalist sistem yazarları da çarkın içine aldı, öğütüyor.  Yazarlar birbirine rakip değil, pazarlamacı değil. Yazar, nitelikli metin üretir,  düzeyli, edebi tartışma konuları yaratır. Sanal dünya içinde sen- ben, bizim oğlan, bizim kız, bizim atölye, bizim grup mecrasında dönen edebi sayılmayacak ilişkilerin, parayla desteklenen hesapların pohpohladığı balon kitapların dönüp durduğu sanal ve yalan alan çukuru derinleşiyor. Nitelikli eserler değil, reklam bütçesi yüksek şişirme kitaplar parlatılıyor, okurun gözüne sokuluyor, eline tutuşturuluyor. Ama sağduyulu okur kimi öğütecek, kimi edebi sayfalara kaydedecek, zaman gösterecek.  Çok mu konuştum yine? Nokta koyalım bu konuya.

H. G. Şahman: Öykülerinizi bu kadar zaman hangi çekmecede ve neden sakladınız? Daha önce yazılmış yıllarca demlenmiş metinler miydi yoksa son dönemde peş peşe mi yazıldı? Ezcümle kitabın oluşum süreciyle ilgili bilgi alabilir miyiz? 

A. Temürtürkan: Çekmece mi? Çekmeceye sığmaz. Bekleme odası, diyelim. Hangisinden başlamalı? Yaz beni, unutma beni diye diretenler… Maden ocağından çıkamayanlar, sele kapılıp gidenler… Keyfime keyif katan görüntü, ses, olay anında karşılaştığım kimi insanların hal- hareket ve sözlerinin açtığı kapıdan girip karanlıkta duyduklarım, aydınlıkta bulduklarım… Çocukluğuma kazı yaptıran şimşek ışıkları, rüzgâr sesi, bulutların rengi, nergis kokusu, mor dağların ve sonsuz sarının yazdırdıkları… Birbirinden farklı dönemlerde, farklı dil ve duyguyla yazılmış, uzun, kısa, çok kısa öyküler vardı bekleme odasında ve çekmecelerde. Farklı defter ve dosyalarda, gün yüzüne çıkmayı bekleyen de vardı, taslak dosyasından çıkıp bir iki cümleyle tamama ermeyi bekleyen de. En çok da birbirini dosyadan atan ikiz, üçüz öyküler zaman aldı. Adam olacak çocuk hangisiydi, hangisini takıma almalıydım? Öyküyle ilişkim geç başlamıştı zaten, ustaları tanımam zaman aldı. Yıllar geçiyor, geç kaldım, telaşına kapılmadan çokça okudum, okuduklarım anlatı dilimi besledi, anlatı evrenimi genişletti, şenlendirdi. Yazılmayı bekleyen çok mesele, öyküye girmeyi bekleyen çok hikâye vardı. Ne yazmalıyım, arayışından çok nasıl yazmalıyım arayışına yoğunlaştı kalemim. Cevabı bulana dek öykü denemeleri yaptım ve bekleme odasına attım. Yıllardır bekliyor çoğu. Her deneme, yeni bir öykü ve biçem-biçim kapısını araladı.  Metinlerin ve öykü dilimin olgunlaşmasını bekledim,  bazı öyküleri baştan yazdım.  Farklı dönemlerde yazılan öykülerin karmasından oluştu dosya. Uzun bekleme süresinden sonra yayınevi basım tarihi bildirdi. Dosyayı tekrar gözden geçirme çalışmasına başladığım sırada çıkan ve aylar alan sağlık sorunları çalışmamı engelledi. Sonrasında başka anlaşmazlıklar derken,  2024 Ağustos sonunda tamama erdi, öyle bir of çektim ki duymayan kalmadı. Dosya oluştururken zaman içinde demlenen, olgunlaşan, tema ve dil bütünlüğü taşıyan öyküler arasından seçtiğim yaklaşık otuz öykü üstünde tekrar çalıştım. Kitaba girmesini istediğim öykü seçimini dosya editörüyle beraber yaptık. “Dedemin Sureti, Babamın Kaşları” ilk dosya taslağında yoktu, yayınevinin tercih ve önerisiyle dosyadan çıkan iki öykünün yerine son anda dosyaya girdi. 

H. G. Şahman: Kitabın adıyla devam edelim. Çoktandır Söylenmemiş, kitaptaki öykülerden birinin ismi değil, son öykü” Kalbinin Yerini Unutan Kadın”da, içindeki çocuğun “Vakti unut, yeter ki iste,” çağrısına uyan “Gözüm kırmızı bavula takıldı, dilime bir türkü dolandı. Çoktandır söylenmemiş, sazı sözüne uymamış eski bir türkü, sazı günah, sözü günah, dili yasak,” cümlesinde geçiyor. Kapak görseliyle bütünleşen dile gelen kadınların, çoktandır söylenmeyenlerin yansıması olarak düşünebilir miyiz? Diğer yandan günümüzde genellikle kentli insanı odağa alan öyküler yazıldığını görüyoruz. Siz ise farklı bir tutumla köyde yaşayan insanları, onların hikâyelerini bence bir bakıma “çoktandır söylenmemişleri” taşımışsınız öykülerinize. Siz bu ismi seçerken ne düşündünüz?  “Çoktandır Söylenmemiş” öykülerin bütününü hangi bağlamda kuşatıyor? 

A. Temürtürkan: Öyküden önce şiir vardı defterlerimde. Ara sıra eski defterlere, şiir yazdıran duyguların izine bakıyorum. Bazı şiirlerin duygusunu, dizesini öykülere taşıyorum. Şiir defterimden birkaç dizeyi,  “Kalbinin Yerini Unutan Kadın” öyküsüne ödünç verdim. Kitap adı o dizelerin içinde saklıymış, ben fark etmedim, dosya editörü buldu, önerdiği birkaç kitap adından biriydi “Çoktandır Söylenmemiş”  öykülerle bütünleşti adeta, işte bu dedim o anda. Hepimizin anılarında saklı sırlar vardır, kimseye söylenmeyen, söylenemeyen. İnsanın kendiyle, utancı, korkusu, zayıf yönüyle yüzleşmesi cesaret ister. Sırlarını içinde saklayanlara, hatırla, anlat ve kurtul, dedim. Çoğu kadındı. Yıllar sonra feryat- figan çığlık attı,  itiraz etti, gizleri açık etti, karar alma cesareti gösterdi öykü kişilerim. “Bayram Kolonyası”nda, öykü karakteri Selvi’nin sırları kamburunda saklıdır. Çocuk yaşından beri hayır demeyi bilmeyen Selvi’nin mezarlıkta yaptığı hareket, çoktandır saklı utançtan, sırdan kurtuluş anıdır, çoktandır atılmamış çığlıktır. “Kalbinin Yerini Unutan Kadın”ının dilinde, sazı günah,  sözü günah, dili yasak bir ret türküsüdür, geç kalmış itiraz çığlığıdır. “Resim Defteri” öyküsünde, adsız gelinin kınalı parmaklarına bakan Zeynep, kendi geçmişini, yüzünde patlayan tokadı, kitaplarla ilişkisini kesen  ilk günü hatırlamaktadır. Teninin her yerinde, saçının her telinde nişanlısının elini hayal eden Turna’nın içindeki halay, tey tey tey sesi ve atamadığı son çığlıktır Soyka Toprak’da.  “Çerçi Ticaret Merkezi” öyküsünde, kırmızı halı serili yoldan giren hikmetli-devletlü davetliler ve eşekli çerçi heykeli önünde, hırsıza hırsız, arsıza arsız diyebilme cesaretidir.

Öykülerimin doğum yeri köy mü, şehrin arka sokakları, ya da orta yeri mi? Şehirler şehir olmaktan, köyler köy olmaktan çıktı. Her yer köy-kasaba. Genişleyen şehir, köylerin toprağına beton döktü.  Kural tanımayan sanayi tesisleri derelerine zehir akıttı. Sınır tanımayan vahşi maden avcıları, bağ bahçe,  ormanları, dağları talan etti.  Köy okullarının kapısına kilit vuruldu. Köylü de bohçasında, sandığında, kilerinde, geçmişinde neyi varsa yüklendi, şehrin merkezine yıkıverdi. Her şey dâhil bu yüke, geleneği, göreneği, âdeti, dili, şiddeti, şalvarı, fistanı, yazması vs vs. Dolayısıyla, köy de köylü de şehrin içinde artık.  Öykülerimin doğum yeri köy,  mekânı köy- şehir karması. Kitaba giren öykü karakterlerinin çoğu kırsal alandan, köylü geçmişinden kalan yara izini taşıyan kadınlar.  Eğitimden ve ekonomik güçten yoksun ve yoksul kadınların hikâyesini öyküye taşıdım.  El eline bakan, elden emir alan kadınlar ki devasa bir köye dönen büyük şehirlerin kenar mahallelerinde “suda balık, toprakta karınca kadar çoklar…” onların yaşamından, hiç yaşamadıkları özgürlük düşlerinden yola çıkarak kurduğum öyküler. Köye ve eski zamana gitmeye gerek yok, yanı başımızdalar, pazar yerinde, otobüslerde, belediyelerin park bahçe işlerinde, metrolarda sıkça karşılaştığımız kadınlar. Evlerimizde temizlikçi, gündelikçi, yardımcı adıyla çalışan,  alın teriyle, bilek gücüyle kazandığını “herifinin”  eline sayan kadınlar.  Hikâyeleri evlerimizin içinde, yolumuzun üstünde, metroda, otobüste yan koltukta uyuklayan kadınlara bir kerecik olsun “Nasılsınız?” diye sorun ya da başka bir şey sorun. Öyle bir cümle kurarlar ki hayat hikâyelerinin özeti gibidir.  Onlarca öyküye kaynak olur o cümle. Ortamına aykırı insanları görmek, duymak, dinlemekle başlıyor benim öykü serüvenim. Yaşam alanı, kırsal gelenek ruhu ve kendini kadının sahibi sayan erkek otoritesiyle kuşatılmış kadınların her hali var öykülerimde. Çığlık atan, zılgıt çeken, türkü söyleyen, halaya kalkan, göbek atan neşeli kadınlar. Ağıt yakan, ilenen kederli kadınlar. Sözünü esirgemeyen, özü sözü bir kadınlar; mazlumun yanında duran,  zalime karşı direnen güçlü kadınlar. Sırrını, utancını kamburunda saklayan, saklanan kadınlar. Çığlığı içinde patlayan çocuk kadınlar. Sıralı dağlara bakıp ağıt yakan, sevdiğini geri versin diye yalvaran kadınlar. Kitap kapağındaki figür,  o kadınların hepsi yerine ağlayan, gülen, zevklerin doruğuna ulaşan kadınların sesini ve yüzünü temsil ediyor sanki. 

H. G. Şahman: Kitabınızı “Sevgili Ay ışığınıza” ithaf etmişsiniz ve ay ışığı, ay dede bazı öykülerde leitmotif olarak geçiyor. Bu tercihinizle, kaleminizin yolunu ışıklandıran, size eşlik eden Ay ile ilgili neler paylaşmak istersiniz? 

A. Temürtürkan: Ay ve ben iyi arkadaştık çocukken. Ona baktığımda, bazen en sevdiklerimin, özlediklerimin bazen de korktuklarımın siluetini görürdüm. Çocukluk dönemimin gece feneri, sohbet perisiydi ay ışığı. Geceleyin, kocaman bir ampul gibi salınırdı gökte. Etrafında göz kırpan sayısız yıldızlar, kristal avizenin dağılmış parçaları gibi yanardöner ışıklar. Gökyüzü, ay ışığı, yıldızlar, sonsuz ve büyülü bir masal dünyasıydı. Sesler de eşlik ederdi ay ışığına, kuşlar, cırcır böcekleri, rüzgârın türküsünü söyleyen kavaklar, dağlarda yanan çoban ateşleri, karşı evin pencere önündeki radyodan seslenen Muazzez Türüng, Muzaffer Aksoy, Aliye Akkılıç, Neriman Altındağ Tüfekçi, Mahzuni Şerif, Nezahat Bayram türküleri, Zeki Müren, Nesrin Sipahi şarkıları. Bazı geceler yastadır ay, gri tül perde inmiştir yüzüne. Al sana büyülü bir masal âlemi,  kaldır tülü, gir içeri, gez, gör, dinle, ışıklı âlemin seslerini. İlkokuldan sonra Mardin günlerinde de yanımdaydı ay ışığım. Mezopotamya Ovası’nda, sonsuz sarı içinde küçük bir vahaydı okulumuzun yeri, çam, akasya, gül ve kasımpatı kokan bahçede kol kola şarkılar söylerdik yıldızların altında. Mardin Kalesi’ne, kalenin eteğine sıralanmış muhteşem taş evlerin ışıltısına bakıp hayal kurduğumuz, gece gerdanlık, gündüz mezarlık dediğimiz, çocukluğumuzun masal şehriydi. Bir yanı Mardin Kalesi’ne bir yanı Suriye topraklarına bakardı yerleşkemiz. Uzakta, Suriye sınır boylarında fersiz ışıklar yanıp sönerdi. Baharında yemyeşil, yazında sapsarı ovanın üstüne bir ay doğsun, siz o vakit seyredin Mezopotomya’nın güzelliğini.  Ayın şavkı vurunca deniz gibi dalgalanır, sallanır sarı başaklar, yeşil yapraklar. Bahçedeki çamların ucuna düşen ışığın dansına rüya mı desem, serap mı? Satır aralarına sızıvermiş, öykülerin üstüne konuvermiş ay ışığım. Öykü kişilerinin kimine dert ortağı, kimine yoldaş,  kimine imdat çığlığı olmuş.   Kitaba girecek öyküleri seçerken anladım ki kalemime de ışık vermiş çocukluk arkadaşım, ay ışığım.  Kitabın açılışını onunla yapmak boynumun borcu oldu. İyi ki çocukluk arkadaşımdı ay ışığım. 

H. G. Şahman: Öykülerin bir kısmı daha önce seçkilerde, basılı dergilerde ve dijital platformlarda okuyucu ile buluştu. “Kuyudaki” isimli öykünüz 2021 Ümit Kaftancıoğlu yarışmasında birinciliğe, “Soyka Toprak” ise Nilüfer Belediyesi’nin Tomris Uyar anısına düzenlediği yarışmada mansiyon ödülüne değer görüldü. İki usta yazarımızın ismiyle yan yana anılmak büyük onur ve mutluluk, bir kez daha yürekten kutluyorum. Bu öykülerin tasarım ve yazım sürecinden bahsedebilir misiniz? Nasıl doğdu ve gelişti?

A. Temürtürkan: Yürekten teşekkürle başlamak isterim. On yedi öyküden ikisi basılı dergide, biri dijital platformda, ödüle değer görülen iki öykü ise ilgili seçkilerde yer almıştı.  “Kuyudaki” adlı öykü, öyküye dönüşmeden önce çocukluk anılarımda saklı tahta bavul, kitaplar, kara kalem ve füzenle çizilmiş bir portreydi.  O portre ki kısacık ömrünün en güzel yaşlarını özgürlük için adamışların en korkusuzu, yakın tarihin en delikanlısıydı.   Arsızca, vicdansızca kıydıkları günün sızısı bir acı karanfil gibi açar, kanar içimizde.

Bir 6 Mayıs sabahı Karşıyaka Mezarlığı’nda yapılan anma törenine katılacaktım, katılamadım. O günün gazetelerinde gördüğüm bir fotoğraf, anılarımda saklı portrenin aynısıydı. Yarışma duyurusunu okuyunca, önce Ümit Kaftancıoğlu hakkında araştırma yaptım.  Küçük, yoksul bir köyden çıkıp, dağları aşıp köy enstitüsünde okuma şansı bulan, kitaplara, türkülere, sanata, yeni şeyler öğrenmeye, yurduna, hayata sevdalı bir Garip Tatar. TRT radyosunda yaptığı program içeriğinden rahatsız MC iktidarınca hedef gösterildiği günün ertesinde küçücük kızının gözü önünde katledildiğini biliyordum. Edebiyat Burada sitesinde yayımlanan “Ondancı ve Hatırlattıkları” başlıklı yazımda, “Unutmadım aklımda…” dediğim değerlerin başındaydı. Kaynakları taradım, hayatı, mücadelesi hakkında detaylı bilgi edindim. O, köy enstitüsünü,  ben öğretmen lisesini yatılı okumuştum. Önce Mardin’e, sonra Ankara’ya düşmüştü yolumuz. Dönemler farklı, yollar ve dramlar aynıydı. Öykülerini okudum, kalemini tanıdım, duygudaşlık, kalem yoldaşlığı, yakınlığı kuruluverdi aramızda. Saygım ve sevgim büyüdü. Adına, kalemine, mücadelesine uygun bir öykü yazmalıydım.  Anılarda saklı tahta bavul, kitaplar ve o resimdeki çakmak gözler, unutma bizi, yaz bizi, diyordu sürekli. Zulüm devam ediyor zaten, bitmedi, bitmiyor, direnenlerin özgürlük, adalet özlemi ve mücadelesi de bitmiyor. Unutmadığım hüzünler geldi,  yüreğimin başköşesine oturdu. Yazmasam huzur bulmayacaktım. Sıkıyönetim dönemlerinin zulmünü, zalimin maşalarına karşı direnenleri, iyiliği ve kötülüğü, bir çocuğun algıladığı biçimde öyküleştirmekti amacım. Çocuğun duygu, düşünce ve dil evreni içinde kalarak yazmayı denedim. Üç fidanı darağacına götüren yıllara, baskılara, siyasi atmosfere, insan hikâyelerine, anılara ilişkin kitaplar okudum, film ve belgesel izledim. Okuduğum, duyduğum izlediğim gerçek olaylardan yola çıkarak kurguladığım dünyada,  gerçek ve düşsel atmosferi çocuk gözünden, çocuk anıları izinde vermeye çalıştım. Detaylı ve uzun zaman alan çalışmaydı. Katıldığım ilk öykü yarışmasından birincilik ödülü almak cesaret ve onur verici olduğu kadar, sorumluluk da yükledi elbette. Her daim başımın tacı o öykü.

“Soyka Toprak” öyküsü bir hazin hikâyeden filiz verdi.  Duyduğum fakat ayrıntısını bilmediğim bir göçük olayında ölen -yaralanan kadınların hikâyesinden kalan hüzün tortusu içinde beslendi, şekillendi öykü. Olayı farklı kişilerden dinledim.   Anlatılanlardan yola çıkarak yazdığım üç farklı öykünün hiçbiri heyecanlandırmadı kalemimi. Siz şöyle durun bakalım, ne olacak, dedim öykülere. Taslak öyküler dosyasına attım ama unutmadım, aklım onlarda, ara sıra okuyor, hangisinden iyi öykü çıkar, diye yokluyordum.  Göçüğün olduğu köyden bir kadınla konuşurken, “Çocuktum o zaman, onlar ocağa girdiğinde eşekleri yayıyordum,  koşa koşa köye  gittim, yardım istedim,” dedi kadın.  Buldum!  buldum! öykü bu cümlede saklı dedim o anda. Daha önce yazdıklarımı unutup, ilk cümlesini kurdum. “Koştu Hatçe, koştu, koştu…” Öykü böyle başladı, sonra aktı geldi cümleler, duygular ve soyka toprak. O ilk cümleyi bekliyormuş öykü. İçim çok acıdı Soyka Toprak’ı yazarken. Olay örgüsü kurgu olsa da dram gerçekti çünkü. Öykü kişilerime yaşattığım acıya inandım ve üzüldüm. Uzun bir süre beklettim taslağı, tekrar okuma, düzeltme eksiltme, ekleme süreci iki yılı aştı.  Hikâyesini ve hüznünü kalbimde sakladığım, sevdiğim öykülerden biri Soyka Toprak.  Kalemini, hayattaki dik duruşunu sevdiğim Tomris Uyar anısına düzenlenen yarışmada mansiyona değer bulunması da çok mutlu etti.

H. G. Şahman: Feridun Andaç’ın “Yaşarken, okurken, yazarken öykünün kapıları her dem açıktır,” tespiti bağlamında, sizi bu açık kapılardan öyküye davet eden, tetikleyen, ilham verenin ne olduğunu öğrenebilir miyiz?  

A. Temürtürkan: Hayatta olan ne varsa öyküye dâhil. Hüzün de var neşe de, bazen gülen- güldüren sesler, sözler, mimikler, bazen içimizi dağlayan durumlar. Diyeceğim o ki, öykü kaynağım hayat, hayat sokağı ve insan, insanın her hali; iyiliği, kötülüğü, kinli, kirli, kibirli diliyle,  kem gözüyle yaptığı zülüm.  En sevecen, en sert, en sinsi, en hilebaz halleri insanın.  Irak dağların ardında, geçmiş zaman içinde saklı bir köy resmini ya da göl adını,  tuhaf bir ağacın kökünden kesilme nedenini sorgularken duyduklarımın bende yarattığı duygu durumu, dinlediğim yanık bir uzun havanın verdiği hüzünle harmanlanır öyküye dönüşür kimi zaman. Zaman olur civelek bir şarkının sözleri ve ritmi çocukluk anılarıma götürür, her bölgeden gelip Mardin elinde birbirine sarılan kızları hatırlatır, türküleri, şarkıları, dilleri ve aksanları farklı, düşleri aynı kızlar. Okumak, meslek edinmek, ekmeğini kazanmak, hiç kimseden korkmadan, sakınmadan sokağa çıkabilmek, ağız dolusu gülebilmek, şarkı da söyleyebilmek gibi basit düşleri vardı. Özgürlük düşleri kuran kızların hikâyesiyle başlar, sonra yön-yol, yer, dil değiştirir zamanı aşar, başka hayatlara dâhil olur öykü evrenimde.  Geçmişten, şimdiki zamandan, şehrin ışıltılı caddesinden, yıkıldı yıkılacak gibi duran köhne evlerin olduğu çıkmaz sokağından,  yüzyıldır kilidi açılmamış bir konağın kırık camlarından sarkan dantelâlı perdesinden, evlerin içinden gelip gözümde, usumda, dilimde başkalaşan durum ve olaylar, duygu merceğimden süzülüp üstte kalanlar, unutamadıklarımdır öykü kaynağım. Yağmurun sesinden, şimşek ışıklarından, bulutların renginden,  bir yaprağın daldan ayrılıp toprağa düşerken havada uçma halinden öykü kaynıyor. Hüzün, sevinç, öfke yaratan duyguların biriktiği yataktan kaleme akan cümleler birbirine kaynaşa birleşe öykü oluyor. İçimde çalkalanan o duyguyu, olayı, durumu, öfkeyi kâğıt kalemle paylaşmasam içimdeki sesler huzur bulmuyor. Sözcüklerin sesle, sesin renkle kavgası da raksı da bitmiyor. Başkalarının hikâyesini öyküye taşımak, ara sıra onlara yoldaşlık etmek, değiştirmek, dönüştürmek, yeni bir sayfada yeni bir hayat bahşetmek gibi bir duygu öykü yazmak. 

H. G. Şahman:“Şörüklü, soyka, salahana, yörep, kipçe, cicik” gibi yerel kelimeleri, “it yatağında kuru ekmek aramak”, “eli ayağı kalbur sarat”, “candarma bocusu” gibi yerel deyim ve atasözlerini ustalıkla kullanmanız; “kısır ağaç” gibi metaforları, ceviz sandık gibi nesneleri, kuşları, çiçekleri atmosferi etkili kılan ana unsur olarak metne dâhil etmeniz; diyaloglardaki doğallık ve sahicilik; kimi öykülerdeki ironi ve kara mizah üslubunuzda öne çıkan özellikler. Terry Eagleton, “Edebi eserlerde dil, gerçekliğin yahut deneyimin basit bir aracı değil, esasıdır,” der. Bu esastan yola çıkarak sormak isterim. Kendinize özgü dille öykü evreninizi yaratırken, imge, düşünce ve duygu örüntülerini kurgularken nelere dikkat ediyorsunuz?

A. Temürtürkan: Terry Eagleton şunu da der, “Gerçekliğin en basit yanı bile sayısız farklı şekilde anlatılabilir ve anlatıldığında bunların hepsi birbiriyle uyumlu olmayacaktır.” Nitekim Ferit Edgü,  Yazmak Eylemi adlı eserinde bir olayın,  sayısız biçim ve üslupla anlatılabileceğini göstermiştir. Olay aynı olmakla beraber anlatan kişiler farklı ve her kişinin gördüğünü, duyduğunu duygu ve düşünce merceğinde süzme, etkilenme ve değerlendirme, ifade etme dili ve üslubu farklı olunca birbirinden farklı 101 metin çıkıyor ortaya.   Bir gerçeği, hiç kimsenin olduğu gibi anlatacağına inanıyorum. Her anlatıcı kendi düşünce ve duygu dünyasından seçtiği kelime ve kavramlarla anlatabilir tanık olduğu veya yaşadığı gerçeği.  Gerçek hikâyeler,  her anlatıcının dilinde farklı bir biçim alır, gerçekten uzaklaşır. Öykülerimi kurgularken gerçek bir olaydan, hikâyeden yola çıkıyor olsam da her cümlede gerçek olaydan uzaklaşıyor, yeni bir yola giriyor metin, beni de o yolda yürümeye ikna ediyor. Yol boyu bize katılan her unsurla başkalaşan,  öyküye dönüşen olay örgüsü ve anlatı dili, hikâye gerçeğine değil öykü gerçeğini uygun olmak zorunda artık. Ne anlatırsam anlatayım önce ben inanmalıyım kurduğum olaya, dile, biçime.  Edebi metinleri dilimizle yaratıyoruz. Edebi eserlerde, sözlüklerde ve halk dilinde sayısız kelime, deyim, kavram var. Hepimiz aynı kaynakları kullanarak cümle ve metin yaratıyoruz.  Bizi farklı kılan kaynakları kullanma, sözcükleri birbiriyle ilişkilendirme biçimimizdir. Dilin imkânlarını kullanarak çokça denemeler yapıyorum. Yarattığım karakteri yaşattığım atmosferle bütünleştiren dil ve üslupla metin oluşturma çabası içindeyim. 

Kimin, neyin, hangi yörenin, hangi zamanın hikâyesini öyküye taşıyorsam onun dünyasından seçiyorum dili, deyimi,  atasözünü, olayları, isim ve nesneleri, şarkıları ve lakapları, çiçeği, böceği, deresi ve dikeniyle, araç gereciyle, giysisi, takısı ve türküsüyle birbirini tamamlayan bir köy, kasaba, mahalle, sokak, ev yaratıyorum önce. Yarattığım mekânı sahici unsurlarla tamamlayıp orada yaşatıyorum ne yaşatacaksam. O evreni kurmak için çok araştırıyorum, okuyor, geziyor, film ve belgesel izliyor, yöresel sözlük okuyor,  öyküye dâhil edeceğim karakterlerin yaşam alanına gidiyor, benzer insanlarla konuşuyor bilgi topluyor, zihnimi ve dilimi besliyorum, içimde yaşatıyor, konuşturuyor, kavga ettiriyorum karakterlerime. Belleğimde ve kalbimde yer eden karakterler bir süre benimle yaşıyor, metne dönüşüyor. Öyküye dâhil ettiğim her unsurun, bütünün parçası olmasına, aynı zamana, karakterlerin kültürüne, meşrebine, yöresine uygun olmasına dikkat ediyorum. Karakterlere kullandırdığım her kelime,  küfür, nara, ağıt,  şarkı, türkü, giysi kadar bitki örtüsü, çiçeği, dikeni, rüzgâr sesi, üretim, ulaşım ve iletişim araçları öykü zamanına ve yöresine aykırı olmamalı ki yarattığım karakter metinden kaçmasın,  oraya ait olduğuna inansın, yerini sevsin.

H. G. Şahman: Karakter tasarımına da değinmek isterim. Öykülerinizde çok renkli özellikleriyle, kusurlarıyla, zaaflarıyla, çaresizlikleriyle kimi zaman lakaplarıyla ete kemiğe büründürdüğünüz karakterlerin yaratım sürecinde, onların duygu ve düşünce durumlarını yansıtırken anılarınızdan, tanıklıklarınızdan faydalandınız mı? Öykü kişilerine yüklediğiniz özellikleri seçerken neleri gözettiniz? Kırsalda sıklıkla kullanılan lakapları da ayrıca sormak istiyorum. Öksüz Abbas, Kolsuz Koreli, Kestel, İpsiz, Sefil Ahmet, Püsküllü Teley gibi lakapları karaktere siz mi giydirdiniz? Gerçeklik payı var mı? 

A. Temürtürkan: Edebiyatın gücü, yazarın etkili bir dil kullanma becerisinde saklıdır. Dilimiz etkili değilse, okur vicdanına, duygularına seslenemiyorsa edebi metin değildir yarattığımız, dümdüz metindir.  Bende izi kalan insan hikâyelerinden cımbızla çeker gibi çekip aldığım, dilimde beslediğim bir ses, bir söz, bir bakış bir hareketten filiz veriyor öyküler ve karakterler. Filiz verdiği kökünden koparmadan,  doğduğu yatak ve dilin içinde beslediğim, öyküye taşıdığım karakterlerim endemik bitki gibidir benim için, toprağında hayat bulur, açılır saçılır, canlanır, kederi de sevinci de toprağına özgüdür. Karakter yaratırken her şeyden yaralanıyorum, anıdan, anlatılandan, okuduğum, duyduğum, izlediğim hikâyelerden.  Bir soruya cevap verirken dediğim gibi öykü ve karakter kaynağım hayat, hayat sokağında kırılmış, örselenmiş kırılgan, yoksunluk duygusu kadar mizah yönü de belirgin kişiler.Gerçi kalemi elime aldığımda, kafamın içinde kurduğum dünya yerle bir oluyor bazen. Kalemin ucundan deftere, ekrana akan sözcükler kafamda kurduğum dizilişe ihanet ediyor, karakterin rolüne göre değiştiriyor söylemini.    

Lakaplara gelelim. Lakapsız insan var mı? Yok bence,  hepimizin lakabı, hatta lakapları var. “Yiğit lakabıyla yaşar” denir ya, lakabın yoksa yiğit de değilsin. Öykülerde kullandığım lakapları uydurduğum da oluyor, hayatın içinden ödünç aldıklarım da. Olaya, kişiye, kişinin öyküdeki rolüne ve yöresine uygun isimlere lakap yapıştırıyorum. Her köy, kasaba, mahallenin öksüzü vardır, doğal ölüm bir yana, savaşı, iş kazası, cinayeti bitmiyor ki toprağımızın. Zamansız ölümlerin ardında kalan öksüz yetim çocukların vay başına gelenler.  Öksüz Abbas’ın başına bir şey gelmemiş, şanslı sayılır, otobüs şoförü yaptım, ekmeğini kazanıyor. Gelibolu’da tarihi alanı ve Anzak Koyu’nu gezerken okuduğum mezar taşları, Sarıkamış dramı hakkında okuduklarım,  ezgisi kulağıma geldiği anda hüzünlendiğim Yemen türküleri,   çocukluğumda tanıdığım Kore gazisi Korali Amca,  iş kazası sonrasında adı “Kolsuz”  kalan Hüseyin Amca…  Onların adını taşıdım öyküye. Savaşlarda, iş kazalarında can veren, kolunu bacağını kaybeden binlerce insandan birkaçını konuk ettim öykülerime. Kimini adıyla, kimini lakabıyla, kimini de hikâyesiyle.  Lakaplar, bazı öykülerde mizahı bazı öykülerde kederi temsil etti.

H. G. Şahman: “Düşlerin Sonu”, “Dedemin Sureti Babamın Kaşları”, “Kuyudaki” gibi kimi öyküleriniz çocuk gözünden ben anlatıcı tekniğiyle yazılmış. Duygu aktarımı oldukça güçlü bu öykülerde çocuk zihnine girmek, çocuk dilini yakalamak ve eğer tanıklık varsa geçmişi bugün yeniden kurarken bellekteki anıları çağırmakta zorlandınız mı?  

A. Temürtürkan: Bozkırdaki köyden ayrılalı çok olmuştu. Yıllar sonra geri döndüğümde, yıkık evlerin taşlarında, viran bahçelerin ağaç köklerinde, kül rengi dağların koyaklarında, soğuk rüzgârların sesinde saklı insan hikâyeleri karşıladı beni. Nereye baksam oradaydı. Ağıdı yakılmış, yası tutulmuş, acısı unutulmuş insan hikâyeleri ve çocukluk anıları. Neşeli anıları çağırmanın keyfi başka. Kederli anıları çağırmak hüznü tazeliyor. Üstüne devrilen yıllar içinde değişiyor insan, anılara bakışı da. Üzüldüğüne gülüyor, güldüğüne üzülüyor. Pişmanlık duyduğumuz, onur duyduğumuz, unutmak istediklerimiz, hepsini kaydeden bellek zaman içinde kilidini açıyor,  dökülün, yüzleşin diyor anılara.   

Çocukluk, en gizli, en sevgili bahçemizdir. Kirlenmemiş, kin tutmamıştır. Dilin ve ruhun en saf, en temiz halidir. İçimizdeki çocuk öldüğünde kir ve kin tutmaya, hırslarla dolmaya başlar kalbimiz.  Bazı anılar yaşam boyu bellekte saklıdır. Zamanı gelince gizli çekmeceden çıkar, dile gelir. Çocukluk yıllarımda tanık olduğum, duyduğum bazı olaylara ilişkin izleri zaman olur hatırlarım, hayal mi, gerçek mi yoksa emin olamadığım görüntüler, sesler… Unutma beni, bizi, diyorlar. Dinlediğim anılardan da faydalandım,  insan hikâyelerini dinlemek ilgimi çeker.  

Çocuk diliyle anlattığım öykülerin kaynağı, dinlediğim, duyduğum, hatırladığım insan hikâyeleri. Çocukluk anılarıyla besleyerek kurguladığım öykülerde çocuk dilini kullanarak duyguların sahici olmasını amaçladım.  Yaşarken düşeriz,  kırılırız, yara alırız, ayağa kalkar sevinçler yaşarız, acıyı unuturuz ama izi kalır, ruhumuzda kayıtlıdır yara izi.  Gün gelir o saklı çekmece açılır, yara izleri önümüze dökülür. Başka bir olay,  ses, görüntü tetiklemiştirgeçmişin yarasının geri dönüşünü. Çocuk diliyle anlatılan öyküler,  o geri dönüş anlarından doğdu. Dünün yarasını ya da sevincini bugünle, bugünün yarasını- sevincini dünle bağlayan öyküleri, yaralı- yaramaz- çokbilmiş çocukların diliyle anlatırken zorlanmadım, diyemem. Yıllar aldı o öykülere son noktayı koymak.  Başka anlatım denemeleri de yaptım. Yaralayan büyüklerin, tanıkların gözünden yazdıklarımı bir kenara bıraktım. Çocuğun gördüğünü,  duygularını çocuğa anlattırdım, aracı kullanmadım. En sahici olanı çocuk diliydi bana göre. Öyküdeki çocuklarımı sevdim, beni ikna ettiler.

H. G. Şahman: Metinlerin görselliğini öne çıkaran çok canlı ve güçlü betimleme örnekleri ve zengin renk kullanımları var.  “Enine boyuna uzanıyordu sonsuz sarı, sınırı yoktu.En önde turuncuya çalan sarı, başak sarısı, gün ışığı sarısı. Nazlı nazlı yaylanıyordu sarılar. Sarı bittiğinde mor dağlar, başında açık uçuk mavi içinde ipliksi beyaz bulutlar. Bulutlarda saklı mor dağların tepesi, sanırsın ön dörtlük bir kızın memesi.Kalçasını, göbeğini sıcak toprağa yaymış sırt sırta, omuz omuza oturuyordu yaşlı dağlar, sarının maviye karıştığı yücelerde. Ne inci boncuğu vardı gerdanında ne de yeşil duvağı. Saçaklı kızgın güneşin altında çırılçıplaktı, kavruluyordu mor dağlar…” Öykülerinizde atmosfer yaratmada, mekân ve ruhsal betimlemelerde kaleminizi fırça gibi kullandığınızı söyleyebilirim. Resme olan ilginizden hareketle sanatın iki dalı arasındaki temas ve etkileşim nasıl işliyor? Resim ve yazı arasında benzeşen ve farklılaşan yönler neler? 

A. Temürtürkan: Edebiyat ve sanat, tarih boyunca birbirine esin kaynağı olmuştur.  Değerli yazar ve eğitimci dostum Seyhan Can, “Edebiyatta Resim Esintisi”  adlı eserinde,  dünya edebiyatında ve bizim edebiyatımızda, resim ve edebiyat etkileşimine ilişkin örnekleri tatlı ve ironik bir dille anlatıyor ve şu tespiti yapıyor. “… resim ve edebiyat arasındaki etkileşim, edebi metinlere yeni bir boyut ve anlam kazandırıyor.” Bir süre devam ettiğim resim atölyesinde, resim sanatı ve ressamlar hakkında öğrendiklerim, beni ressam yapmaya yetmedi ama edebi metinleri okuma biçimimi ve kalemimi etkiledi diyebilirim. Öykü yazarken aynı zamanda zihnimde resim çiziyorum. Resim sanatı hakkında kısıtlı bilgilerimin, resim sevgimin etkisi, sevgili ay ışığım gibi öykülere sızıvermiş. Dilin olanaklarını kullanarak,  bazı öykülerde resimsel görüntü oluşturmaya çalıştığım doğrudur. Görünür olmasından mutluyum. Çünkü öykü yazarken sözcüklerle saklambaç oynadığım gibi resmin unsurlarıyla da oyun içindeyim. Sözcüklerle çizilmiş bir tablo içinde yaşatıyorum öykü kişilerimi. Radyo tiyatrosu dinleyerek büyüyen kuşaktanım.  Arkası Yarın programlarında duyduğumuz ses ve sözcüklerle zihnimizde tablo çizmeyi öğrendik, okuma yazmayı öğrenmeden önce. Zaten yazıdan önce çizgi vardı iletişimde, mağara duvarlarına çizilen resimlerden tanıdık ilk insanın yaşam biçimini, doğayla, kendiyle, birbiriyle ve tanrılarıyla ilişkisini. Çizginin geçmişi yanında, yazı dünkü çocuk sayılır. Resim ve edebiyat, tarih boyunca birbiriyle etkileşim içinde olan iki farklı disiplin. Dilleri, yapı taşları, unsurları farklı. Edebiyatın temeli dil ve dilin kuralları. Her yazarın dili kullanma biçimi- biçemi nasıl farklıysa, her ressamın da resmin unsurlarını kullanmabiçimi farklı ve özgündür.  Resmin temeli desendir, desen çizimiyle başlar resim öğrenimi. Desen sanatın namusu, bereketidir, der ustalar. Ressam, gözünün gördüğü nesne, figür ve manzarayı olduğu gibi çizmez. Seçer, ayıklar, değiştirir, yeniden biçimlendirir. Çizgisi, lekesi,  beneği, rengiyle farklı bir form verir modeline.  Ressamın üslubu desen çizgisinde saklıdır.  Öykü de öyle. Olayları, duyguları, durumları, kişileri olduğu gibi öyküye taşımayız, öyküye hizmet eden unsurları taşırız. Ayıklama, silkeleme, soyutlama, sadeleştirme, dönüştürme yaparız.  Dilimiz, dili kullanma beceri ve üslubumuzdur bizi farklı ve özgün kılan. 

H. G. Şahman: Öykülerinizde ana izlek olarak sosyo-ekonomik ve kültürel dayatmalar sonucu, farklı yaş ve sınıfsal temsiliyeti olan Kısmet, Venüs, Pembe, Turna, Saniye, Seyran, Gül ve Reyhan’ın özelinden genele ulaşabileceğimiz, kadınların yaşadığı farklı boyutlardaki sorunları dile getiriyorsunuz. Alt katmanlarında normları, gelenekleri, egemen önyargıları, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini vurgulayan birtakım mesajların yer aldığı ve sistemin eleştirildiği öyküleri yazarken asıl dert ettiğiniz temel meseleler yaşadığımız coğrafyanın sorunları diyebilir miyiz? Kaleminizi toplumsal gerçekliğimizin yansıması olan bu sessiz çığlıkları, suskunlukları, açmazları, kimi zaman isyanları duyurmaya yönlendiren duygu nedir? 

A. Temürtürkan: Cahil, nobran ve güçlü kesimin güdümündeki sistem çarkı, güçsüzleri öğütmeye devam ediyor.  Gelenekler,  egemen önyargılar, dayatılan kurallar,  ekonomik varlıktan, eğitim gücünden yoksun ve yoksul kadınların sırtında şaklayan kırbaç rolünü eksiksiz yapıyor.  Coğrafyamızda kadın olmak hep zor oldu, gitgide zorlaşıyor.  Yasalarla güvence altına alınmış haklarını dahi kullanma cesaretinden yoksun kadınlar yerleşik gelenek ve önyargıların cenderesinde kıstırılmış, eli kolu bağlanmış. Eğitimi yok ya da düşük, mesleksiz.  En niteliksiz işlerde en az ücretle ve en kötü koşullarda çalışan kadınlar örgütlü mücadelenin de dışında. Yaratılan korku atmosferi nedeniyle sendika vb. yapılara yanaşamıyor. Kırsal coğrafyada ne adı, ne hakkı ne de malı mülkü var kadının. Her şeyin bir sahibi var, kadının sahibi de ya babası, ya kocası. Miras hakkını isteyen kadına karşı kullanılan, aşağılayıcı, cinsiyetçi ifade: “Kadının malı mı olurmuş, kadının malı paçasının arasında.” Bu ve bunun gibi çok sayıda zehirli ve kirli dil gösteriyor ki yasalar toplumsal dönüşümü yeterince sağlayamadı, geleneklerin hükmü sürüyor.  Haklarının farkında olan kadınların çoğu da kullanma cesaretine, becerisine sahip değil, öğrenilmiş çaresizlik içindeler, dayatılanı kabul ediyorlar. Kabahatin çoğu da bizde, çare de bizde. Birlikte olamıyor,  el ele veremiyor, birbirimizin yarasına merhem olamadığımız gibi yaralarımızı deşiyor, dağlıyoruz. Belirli günlerde, bir olay gerçekleştiğinde, toplanıp haykırıyor, kararlılık gösteriyor sonra eve dönüp öğretilen ev içi görevlerine gönüllü oluyoruz.  Kıstırılmış kadın ve çocukların halini görmek için Anadolu’ya gitmeye gerek yok, şehrin merkeziden çeperlerine giden otobüs, dolmuşlara binin, bir kaç durak sonra Anadolu şehrindesanırsınız kendinizi.  Bir selam verin, bir sorun, kâğıdı kalemi hazır edin. Dilleri çözülür hemen, acıyla, hüzünle, alaysı bir dille karışıktır hikâyeleri.  Dinleyeni kederlendirir, mendili hazır eder çoğu zaman. Gel de yazma şimdi.

H. G. Şahman: “Kozalıklar Kapanırken” öyküsünde iki kadın arasında şöyle bir konuşma geçiyor: “Acıları yazmaktan yoruldum.” “Yazmak ne ki kızım, yaşayan bilir.” Evet yaşamaktan da yazmaktan da yorulduk belki, ama Edip Cansever’in “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka,”  dizelerine atıfta bulunarak “Ne gelir elimizden yazmaktan başka,” diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz? “Hüzünden umut devşirebilir miyiz?” Ve edebiyatın bu sürece nasıl bir katkı sağlayacağını düşünüyorsunuz? 

A. Temürtürkan: İçimizi sızlatan haber almadığımız gün var mı? Yok, hatta saat başı kara haber bombardımanı altındayız. Keşke güldüren öyküler yazabilsek,  mizah öykülerini seviyorum. Fakat huzur bulduğumuz, ağız dolusu gülebildiğimiz gün yok ki, neşemizi kaybettik.  Bedri Rahmi Eyüboğlu,  “Hüzün geldi başköşeye oturdu”  demiş. Keşke otursa bir zaman sonra kalk git, deriz kalkar gider. Hüzün geldi ömrümüze çöktü, neşemizi, gülüşümüzü söküp attı içimizden. Nereye baksak, ne yana dönsek keder izi, ağıt, gözyaşı, umutsuzluk, yoksulluk, çaresiz bakışlar, patlamaya, küfretmeye, tekme tokat atmaya hazır öfkeli yüzler. Yıllardır felaket üstüne felaket yaşadık.  Vahşi kapitalist sistemin kar hırsı engel tanımıyor, ormanları, tarım alanlarını, su kaynaklarını maden uğruna talan ediyor.  Maden “kazaları”, depremler, seller, yangınlar,  patlamalar, kadına, çocuğa şiddet, cinayet haberleri, dünyanın her yeri yangın yeri, savaş alanı,  göç yolu.  Hepimiz, her an göçmen olabiliriz korkusu içindeyiz.   Hüzünden umut devşirebilmek ne kadar iyimser, sevdim bu ifadeyi. Umut iyidir, direnme gücü verir, umut yoksa yarın da yok. Pes etmek yok, her kötülüğe rağmen daha güzel bir dünya kurma, birer birer ve hep beraber şarkı söyleme umudunu söndürmemek lazım. Edebiyat, resmi tarihin yazmadıklarını kayda geçer, kurgusu içinde nesilden nesle aktarır olanı biteni, Yüzyıllardır yazdı çizdi, anlattı sanat – edebiyat erbabı.  Nefrete karşı sevgi, kötülüğe karşı iyilik, savaşa karşı barış,  sömürüye karşı eşitlik vs. vs. Fakat kötüler kazanmaya, hükmetmeye devam ediyor,  edebiyatın gücü hayal ettiğimiz kadar etki etmiyor zalimin, zulmüne. Keşke etse. Her şeye rağmen umutla, dirençle…

H. G. Şahman: Son olarak madem yazmaktan vazgeçmiyoruz, Adalet Temürtürkan’ın yazı yolculuğu nasıl devam edecek diye sormak isterim? Öyküyle mi devam edeceksiniz? Umarım ikinci kitabınız çok bekletmez biz okurları. 

A. Temürtürkan: Vazgeçmek yok elbette.  Küçük dokunuşlarla tamama ermeyi bekleyen çok sayıda öykü var, kısa, çok kısa ve uzun öyküler, Onlar isyan bayrağını çekti, bekletme bizi diyorlar. Beni heyecanlandıran öykü serisi için yeni bir dosya planı yaptım.   Ayrıca, iki ayrı uzun öykü konusu dönüp duruyor kafamın içinde. Hangisi öne geçecek? Onu zaman gösterecek. 

Çok değerli sorularınız sayesinde, öykülerimi ve geçmişimi sorguladım, çokluğuma döndüm, keyifliydi. Kitabın tamamını ve öykü evrenimi kapsayan özenli sorularınız için çok teşekkür ederim. 

.