İki Anne: Zehra Hanım ve Valide Hanım

25 Kasım 2025
SEVDA YÜKSEL

Bu çalışmada annelik; halkı eğitmeyi, köhnemiş kurumları ve düşünceleri değiştirmeyi amaçlayan Tanzimat döneminde yazılmış kurgusal yapıtlar (Sergüzeşt ve Araba Sevdası) çerçevesinde ele alınarak Osmanlı toplumunda annenin yeri üzerinde durulacaktır.

19. yüzyıl sonlarında Osmanlı toplumuna baktığımızda kadına yüklenenen önemli sorumluluğun annelik ve çocuk yetiştirmek olduğu görülür. “Baba” karşımıza otoriter bir figür olarak çıkarkan “anne” geri planda bırakılır. Dadılar ve mürebbiyeler, annelerin çocuğun eğitiminde yetersiz görülmesinin de etkisiyle baskın bir rol üstlenir.  

Sergüzeşt (Samipaşazade Sezai) 1888’de yayımlanır.

Asaf Paşa ailesi, Zehra Hanım (anne), Celal Bey (erkek evlat) ve Tesliye Hanım (kız evlat)’dan oluşur. Asaf Paşa, uzun süre Mısır’da memuriyetlerde bulunarak hatırı sayılır bir servet sahibi olmuş, İstanbul’a dönünce de Avrupaî bir yalı yaptırarak oraya yerleşmiştir. 

Yalıda bir akşam yemeği sonrası salona göz atıldığında görülen manzara şöyledir:  “ … aile fertleri (…) gazetelerini, kitaplarını okurlar; sonra aile reisi Asaf Paşa karısıyla bazen kağıt oynar, kızı piyano çalar, oğlu Celâl Bey, ihtiyar Fransız mürebbiyesiyle beraber resimli gazeteleri karıştırırken bir yandan da kız kardeşinin piyanosunu dinlerdi.” (s. 57) 

Samipaşazade Sezai
Sergüzeşt
İnkılâp ve Aka Kitabevleri
1978, İstanbul.

O dönemde geleneksel anlayışa bağlı olan ailelerde dadılar, yüzlerini Batı’ya dönenlerde ise mürebbiyeler ailelerin olmazsa olmaz üyeleridir. Asaf Paşa ailesinde de on yıldır onlara hizmet eden mürebbiyenin çocuklara Fransızca öğrettiği görülür. Piyano çalan kızları, Paris’te resim eğitimi alan oğullarıyla da Osmanlı toplumunda ayrıcalıklı bir yere sahip olan bu ailede Zehra Hanım, “kibar, terbiyeli, nazik bir kadın” olarak okurun karşısına çıkar. Kızının geçirdiği hafif bir nezleyi bile gözünde büyüterek onun üzerine titrer. Onun pek zengin, asil ve mevkii sahibi bir paşayla evlenmesi söz konusu olduğunda ise çok mutlu olur. Samipaşazade Sezai, kadınlara yönelttiği bir genelleme ile Zehra Hanım’ı şöyle niteleyecektir: “Mevki ve ikbal hırsı, üstünlük arzusu, zenginlik ve gösteriş sevdası, her kadında olduğu gibi Âsaf Paşa’nın karısı Zehra Hanım’da da ziyadesiyle mevcuttu.” (s. 72) Dolayısıyla oğlunun, her ne kadar halayıklara iyi davransa da aristokrat ailesinden edindiği alışkanlıklaNe olacak! Neresinden baksan bir halayık parçası!” (s.60) diyerek küçümsediği Dilber’e aşık olması asla kabul edebileceği bir durum değildir. Oğlu için istediği “dört başı mâmur bir izdivaç”tır. Oğlunun halindeki fevkalâdeliklerin arkasında Dilber’e duyduğu aşkın olduğunu anladığında  bunu “müthiş bir felaket” olarak görür. “Anlı şanlı koskoca bir paşanın oğlu, bir halayık parçasnı nasıl sevebilir, bu adiliğe nasıl tenezzül edebilirdi?” (s. 83) Asaf Paşa için de oğlunun geleceğinin bir cariyenin ellerine teslim edilmesi söz konusu olamaz. Bu önemli sorunun çözümünü, isteği üzerine karısına bırakır:“Paşam, siz bu işi bana bırakın!” (s. 84) Zehra Hanım, sorunu Dilber’i satıp evden uzaklaştırarak çözeceğini düşünür ancak yanılır. Celâl Bey, Dilber’in satıldığını öğrenince ateşler içinde yataklara düşer. “Analık şefkat ve muhabbetinin dayanılmaz etkisi” altındaki Zehra Hanım, oğlunun başucundan ayrılmaz,“Ben bir cinayet işledim. Evlâdımı kendi elimle yaraladım.” (s. 105) diye pişmanlıkla gözyaşı dökecektir. Oğlu olmadan asaletin de ikbalin de lüzumu yoktur. Asaf Paşa ise karısı gibi düşünmemekle kalmaz, onu oğlunun geleceğini körletmekle suçlar: “Ah bu anneler! Çocuklarının istikbalini hep onlar körletir.” (s. 106) O, oğlunun çılgınlığına göz yumarak bunca yıllık hanedanlarının içine bir halayık parçasını sokmaya asla razı değildir. Bu düşünce ayrılığına rağmen karısına müdahale etmez. “O, senin bileceğin (Dilber’in geri getirilmesi) iş.” (s. 106)

Kendine gelir gelmez Dilber’in ardına düşen Celâl Bey, eve eli boş döndüğünde bir çocuk gibi ağlayarak annesinin şefkatli kucağına atılacaktır. “Tek kelime söyleyemiyor, ta kalbinin derinliklerinden kopup gelen hıçkırıklarla sarsıla sarsıla ağlıyordu. (…) Kadın olsun erkek olsun ve hayatının hangi çağında bulunursa bulunsun insan, annesinin gözünde daima çocuktur.” (s. 112)

Samipaşazade Sezai, Sergüzeşt’te bir kadın ve anne olarak Zehra Hanım’a önemli bir rol vermiştir. Oğlunun geleceğini kendi beklentileriyle biçimlendirmeye kalkan anne, hatasını kabul edecek, telafi etmek isteyecektir. Oğlunun içine düştüğü aşk acısının sorumlusu o olsa da oğlu, yine onun kucağında teselli arayacaktır. Bu; bildiğimiz, değişmez bir hikâyedir.

Recaizade Mahmut Ekrem Araba Sevdası
İnkılâp Kitabevi, İstanbul.

Sergüzeşt’ten sekiz yıl sonra  Recaizade Mahmut Ekrem tarafından kaleme alınan Araba Sevdası (1896’da Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilmiş, bir yıl sonra kitaplaştırılmıştır.) romanında adı belirtilmeyen “Valide Hanım” olarak anılan “Bihruz Bey’in annesi”, Zehra Hanım’dan oldukça farklı bir annedir. 

Valide Hanım’ın tek çocuğu Bihruz Bey’dir. Bir vezirin oğlu olması dolayısıyla dadıların, uşakların elinde şımartılarak büyümüştür. Annenin tüm görevlerini yirmi yıldır yanlarında olan Dadı Kalfa üstlenmiştir. Bunun arkasında yatan annenin çocuğunu yetiştirmekte yetersiz görülmesi midir? Dönem göz önüne alındığında (Kitapta da böyle bir belirleme yoktur.) annenin evin dışında bir yaşamı yoktur. Onun çocuğuyla ilgilenmeyi yük olarak gördüğü için sorumluluklarını bir başkasına devrettiğini söylemek de zor olsa gerek.  

Babasının ölümüyle yüklü bir mirasa konan Bihruz Bey’in yaşamında annesinin etkin bir rolü hiç olmamıştır. Valide Hanım, mirasın yönetilmesi konusunda akrabalardan destek almayı düşünse de bunu hayata geçiremez. Oğlunun babasından kalan malı mülkü bir bir elinden çıkarmasına seyirci kalır. Bihruz Bey, daldğı zevk sefâ aleminde borçlarını ödeyemez duruma geldiğinde konaklarını da satmaya niyetlenince annesi, ilk kez ona karşı çıkar. Bihruz Bey, bundan hiç hoşlanmaz: “Elli yaşında kadın… Bilmem daha ne kadar yaşayacak ki bu kadar para canlılık ediyor. (…) Valide Hanım buna karışmasın. O benim babamdan kalan bir şey.” (s. 83) Bu cümleler anne-oğul arasındaki iletişimin ne kadar sağlıksız olduğunu ortaya koymaktadır. Anne “Şimdilik ilişme. İleride benden kalacak bir iki parça şeyle beraber üzerinde bulunsun, ne olur ne olmaz,” diyerek kaygısını dile getirse de Bihruz Bey onu anlamak istemez. Valide Hanım, durumdan rahatsız olsa da oğluna bir altın kesesi uzatarak borçlarını ödemesi konusunda ona destek olmaktan geri kalmaz. Konağın tüm giderlerini, hizmetlilerin ücretlerini de kendi gelirinden karşılar. Kocasının ölümüyle kadının maddi güvenceden yoksun kalmayıp “kendi geliri”nin olması da dikkat çekicidir.

Burada “Annelik kadını güçsüz mü kılar?” diye sorulabilir. Valide Hanım, oğluna karşı zayıftır. Oğlunun dünyasından haberdar da değildir. Oğluyla ilişkileri Bihruz Bey sabah evden çıkarken Fransızca verdiği bir selamlamadan öteye gitmezken onu da ihmal eder olduğunda bu anneyi incitir. Aynı çatı altında bulundukları halde oğlu, yarım saat olsun annesiyle görüşmeye zaman ayırmamaktadır. Yine de onun rahatsızlandığını haber alır almaz başucuna koşar.  Oğlu niçin hastalanmıştır? Terli terli su mu içmiştir? Dondurma mı yemiştir? Şemsiyesiz gezdiği için güneş mi çarpmıştır? İleri sürdüğü nedenler Bihruz Bey’i hâlâ küçük bir çocuk gibi gördüğünü göstermektedir. 

Recaizade Mahmut Ekrem, Araba Sevdası’nda  Valide Hanım’a bir ad verme gereği bile duymadan ona doğrudan anneliği üzerinden bir yer açmıştır. Valide Hanım’ı anne olarak değerlendirdiğimizde de o, oğlunun dünyasına dahil olamayan, onun üzerinde herhangi bir etkisi ve yönlendiriciliği bulunmayan bir kadındır.  

Samipaşazade Sezai

Sergüzeşt ve Araba Sevdası’nın basım tarihleri arasında sekiz yıl gibi kısa bir süre de olsa Samipaşazade Sezai’nin anne olarak bir kadına, oğlunun yaşamında etkin bir rol vermeyen Recaizade Mahmut Ekrem’den daha çok söz hakkı tanıdığı görülür.

Recaizade Mahmut Ekrem

“Bir erkeğin aldığı eğitim, öğrendiği bilgi ve hüner yalnız kendi nefsinde kalır, hâlbuki kadın bilgi ve eğitiminden evladını ve belki hizmetçilerine varıncaya kadar bütün ev halkını, bütün aileyi yararlandırır.” (Şemsettin Sami, Kadınlar Risalesi, 1879) 

Valide Hanım karakterinin, dönemin geri planda bırakılan “kadın/anne” gerçeğiyle daha çok örtüştüğü söylenebilir. Ancak Tanzimat Dönemi’nde anneliği üzerinden kadına bakışın değişmesi gerektiğinin altı çizilmeye başlanmıştır. Eğitimli, bilgi sahibi bir kadın, anne kimliğinin yanına kadın kimliğini de koyarak kendisine yeni bir yol açmakta gecikmeyecektir.

Kadınlar, 20. yüzyıl verdikleri mücadelelerle kendilerine yeni kapılar açacak, mücadeleleri kimi soruları da beraberinde getirecek, içgüdüsel olarak kabul edilen bir anneliğin yerine anne olma kararını sorgulamaya başlayacaklardır.     

.