Yazmasam/Yazmasanız Olmaz mı?

Şubat 2024

ZÜBEYDE SEVEN TURAN

Bu soru beni değişik başlıklara çekti. Yazma ediminden yola çıkmanın en doğrusu olduğunu düşünüyorum. Öncelikle bir insanın yazabilmesi ya da yazması için iyi bir okur olması gerektiğinin altını çizmeliyim. 

İlkokullarda ve diğer okullarda öğrencilerle söyleşirken sıkça sorulur bu soru bana. Neden yazıyorum?

Çocukluk yıllarımda babamın görevi nedeniyle köylerdeydim. Köy enstitülü bir babanın çocuğu ve yine aynı kurumlardan çıkan bir öğretmenin öğrencisi olmam nedeniyle kitapla erken yaşta buluşanlardandım. İyi bir okur olmam yazma yeteneğimi de erken yaşta ortaya çıkardı. Demem o ki yaratıcı yazın için doğuştan getirdiğimiz bir yeteneğimizin olması gereklidir. Bu yeteneği olmayanların yazın ömrü uzun olmayacaktır.

İlkokul dördüncü sınıftaydım. Başöğretmenimin isteğiyle okulda öğretmen konulu bir şiir yarışması açıldı. O yarışmada okul birincisi oldum. Öğretmenim beni kitap anlamında destekledi. Dahası  “Sen yazıyorsun!” diyerek saçlarımı okşadı. Öğretmenimin sıcak ilgisi, beni o günden bugüne on dokuz kitabı olan bir yazın emekçisi olmaya taşıdı beni. 

Diğerlerine göre kitap bulmada şanslı olsam da yeterli çocuk kitabı yoktu o yıllarda. Bundan ötürü de dünya klasiklerini çocuk denilebilecek yaşlarda okudum. Bu nedenle içimdeki çocuk hep yaşamdan alacaklı. Bundan olmalı, bir çocuk şiiri ya da öyküsü yazdığım zaman çocuk gibi sevinmem. Dahası bir çocuk kitabım yayımlansa içimdeki çocuğun başı okşanır.

Öğrenim süreçlerimde ve sonrasında görevimin yoğunluğu nedeniyle daha çok okuma düzeyinde kalsam da bulabildiğim aralıklarda yazma çalışmalarına daha çok zaman ayırabiliyorum. Dahası yaşamımdaki boşlukları dolduruyor okuma ve yazma alışkanlığım.

Yazmasam olmaz mı? Olmaz gerçekten! Yazmasam kendimi beş duyumdan biri eksilmiş gibi duyumsayacağımı düşünüyorum. Yazma alanına çekilmem için gereğini yapmışsam, okuyup araştırmışsam ya da yoğunlaşmışsam omzumdaki ağırlıktan kurtulabilmem için yazmam gerekir. Yazmak için uygun ortamı yaratamazsam bir doğum sancısıyla dolaşır dururum. O durumdayken uyuyamam, başka bir işe girişemem, biriyle söyleşemem. Ancak belleğimdeki birikimi boşaltarak normal bir yaşama dönebilirim.

Sözün burasında Prof. Afşar Timuçin hocanın bir sözü düştü belleğime. “Bir şairin yoğunlaşma anının fotoğrafı çekilebilseydi Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde tedavi gören en azılı deliden bir farkları olmadığı görülürdü.” der. Anlatmaya çalıştığım tam da bu tanımlamanın kapsamındadır. Bir insanın yoğunlaşırken biriktirdiklerinin onda yarattığı ağırlığı ve esrikliği düşünün. Diğer yazın türleri için de geçerli olmakla birlikte bu durum, bence en çok şairleri imlemektedir.

Bana gelince ben önceliği şiir olan biriyim. Daha sonraları öykü, roman ve çocuk yazını da eklendi yazdıklarıma ve yayımlanan yapıtlarıma. Benim için düzenlenen bir etkinlikte yetkin bir şair bana şöyle bir soru sordu: “Siz şiir yazıyorken yaratı listenize diğer yazın türlerini de eklediniz. Yoğunlaşırken bunlar birbirine karışmıyor mu?” Biraz tuzak bir soruydu aslında. Onu şöyle yanıtladım: “Ben memur çocuğuyum. İlkokul yıllarımda babamın görevi nedeniyle köylerdeydik. Genellikle devlet lojmanlarında oturduk. Karadeniz’de çok yağmur yağardı. Devlet konutları genelde bakımsızdır ve tavanları akar. Tavan akmaya başladığında annem en çok akan yere kova, ondan az akana leğen koyar ve bu, giderek bir tasa kadar inerdi.” Ardından kendimi o tavana benzettim. Hangi konuda beslenmişsem ona yoğunlaşır, en çok yoğunlaştığımı yazmaya başlarım. Bu konu şimdilerde de böyle sürmektedir. 

Okuma ve yazma yolculuğumda sanat dergilerinin bana kattıklarını da yadsıyamam. Yayımlanan on dokuz kitaptan sonra bile hâlâ bir dergide şiirim yayımlansa içim içime sığmaz. Bu, her kitap için geçerlidir ama özellikle bir çocuk kitabım yayımlansa içimdeki çocuğun başı okşanır. Çocukluğumda ulaşamadığım öyküleri, şiirleri bulmuş gibi sevince keser içim dışım.

Beni etkileyen bir şiir okuduğumda kimi şiire kimi öyküye çekilebiliyorum. Bunun tersi de olabiliyor. İyi bir öykü ya da başka tür yapıtlarda da benzerini yaşayabiliyorum. Çok baskı yapan bir çocuk romanım var. Kurgusu aklımdaydı. Ne yazacağımı biliyordum ama yine de çok sayıda çocuk romanı okudum. Yazdıklarım hiçbirine benzemiyor. Ne ki beni yoğunlaştırıp bana akışkanlık kazandırdı okuduklarım.

Demem o ki yazmaya o denli eğilmişim ki bir yolculuktayken bile hiçbir şey yoksa telefonun not defterine günce yazıyorum. İnsan nasıl yemek yemeden, su içmeden, soluk almadan yaşayamıyorsa ben bunlara okumayı ve yazmayı da ekliyorum. Yazmasam ne olur? Bedenimden bir parçanın yok olması gibi eksiklenirim. Bir elim çalışmıyor, bir kolum kıpırdamıyor gibi…

Ekmek gibi, su gibi, hava gibi yaşamsal bir olgudur bendeki okuma ve yazma dürtüsü.

Yazmazsam, yoğunlaşma anından çıkamam ve omuzlarımdaki o ağır yükü taşıyamaz olurum. Afşar Timuçin hocamın söylediği gibi esrikleşirim. Alışılageldiğim yaşamamıma dönemezsem n’icolur!

.