Yazmasam Olmaz mı? 

Şubat 2024

TEKGÜL ARI

Yazmasam olmaz mıydı? 

Geçmişe gittim bir an, acı bir iç çığlık ruhumu sardı. Zorunlu olarak yazamadığım zamanlar, düşlerim nasıl da yıpratıcıydı. Rüyalarımda sözcüklerin bir boşlukta dağılıp uçuştuğunu görür, onları yakalayamadığımda silkinerek uyanır, kalbimi soluğumla döverdim. Yine başka bir rüyada çalınan cümlelerime yaktığım ağıtlarla gözümü açtığımda, yüzümü gözyaşı seliyle boğardım.  

Yazmasam olmaz mı? 

Yaşadığım toplumda ırkçılığın, cinsiyet ayrımcılığının yanı sıra çocuğa, hayvana, doğaya karşı zulüm öyle çok artıyordu ki… Hele bir de savaşlarla yersiz yurtsuz kalan mülteciler… Patlayan, devrilen botlarda boğulup karaya vuran çocuk cesetleri… Ben bunları dert etmemeyi kalbime öğretemedim. Kalbimin ağrısı zihnimi kabarttıkça kabarttı. Ah parmaklarım! Onları itmeyi beceremedim. İçime yumruklarımı bastırarak yazmamayı denedim. İşyerinde yazdığım raporların arasına bir şiir dizesi sızdı. Onu imha ederken isyanım nasıl da fokurduyordu gözlerimde. Geçim derdiydi beni orada tutan. 

Yazmasam olmaz mı

Mutfakta yemek pişirirken zihnime sızan bir öykü karakteri beni kendi hikayesine çektiğinde, onu başımdan savmaya çalışırdım, savamazsam olan yanan yemeğe olurdu. Kurşun kalemle mutfağın duvarına bir iki cümle yazınca yaktığım yemek bile lezzetli gelirdi.  Ev temizliği yaparken ne çok hikâye gelip beni bulurdu. Yerleri paspaslayarak onları kovmaya çalışırdım. Boş bir çaba! Yanımda tuttuğum defterime kısa bir öykü yazar, kaldığım yerden paspasa devam ederdim. Çocuğu emzirirken zihnimde uçuşanları hemen yazabilmek coşkusuyla çocuk, çabucak uyusun diye, az mı dualar ettim. 

Yazmasam olmaz mı? 

Zihnim hiç yerinde durmazdı. Dert ettiği meselelere koşar, topladığı hikâyeleri parmaklarımla bir olmuş kalemime bırakırdı. Onlar hep benim yanımda olacaklar sanırdım. Öyle bir vakit geldi ki “Dur!” diyen bir sesle dünyam karardı. Yusuf’un kuyusuna atılmıştım. Bir vakit sustu içim, sustu kalbim, sustu kalemim. Geleceksiz bir karanlıktı beni sıkıştıran. Bu dünyada kalmak için bir nedenim de kalmamıştı. Ta ki, kuyudan sesi yankılanan, yüzü yansıyan Frida Kahlo’yu görene kadar. “Başıma gelen en iyi şey, acı çekmeye alışmaya başlamamdı.” Kuyudan çıkış yolum böylece açılmıştı. “Alışacaksın” öyküsünü hastane bahçesinde oturup bir solukta yazdım.  Işık andaydı. Ben anları yazarak büyüttüm.

Yazmasam olmaz mı? 

Bir romana başlamadan evvel veya başladığımda kimi zaman saçlarımın modeli kimi zaman da konuşmam değişirdi. Etrafımda bulunanlar anlamsız bakardı. Onlara karakterlerimin rolünü çalıp oynadığımı söylemezdim. Kimi zaman da elimde bir makas, deli gibi eski çarşafları kesip kesip giysiler dikerdim. “A ne güzel!” diyenlere kekremsi bir tatla gülümserdim de onları neden diktiğimi anlatmazdım. Diktiğim, dönüştürdüğüm her bir giysi modelinin içinde bir roman karakterim can bulurdu. Hikâyem belirdikçe, karakterler benimle konuşup dertleştikçe herkesten her şeyden kaçacak, daha çok kapanıp yazacak bir yer arardım. Bir mutfak ya da odaya sığmaz taşardı yazılan roman. Balkona çıkıp gökyüzünde bulabildiğim yıldızlara ne çok dert yandım. Sesimi tutamayıp haykırdığım günler de olmuyor değildi. Karakterlerim her defasında elimden tutup gecenin en sessiz saatlerinde beni mutfak masasına oturtup destek olmasalardı, sıra perdeleri kesmeye gelebilirdi.  

 Bedenim Tetikte, Aşk Susmadan Git, Nişa ve Off Günü’nü yazmasam olmazdı çünkü düşlerim her an çoğalıyor, yeni bir roman yazmam için bir karakter çıkıp kolumdan tutup çekeliyordu beni. 

Yazmasanız olmaz mıydı? 

Of! İç acıtıcı bir soru. 

Yazmasanız çok anlamsız olurdu bu dünya. Ruhlarımız kurur, Doğdukları Yerde Ölenler’den olurduk. Platon’un Mağara Alagorisi’indeki insanlar gibi dünyayı gölgelerimizden ibaret sanırdık. Yeni dünyaları ve orada yaşayanların hikâyeleri olduğunu bilemezdik. Roman, öykü ve şiirlerinizle gölgelerimizden sıyrılıp uyanışın sevinçli telaşıyla kamaşmazdı gözlerimiz. 

Yazmasanız olmaz mı?

Hayatımızın geometrik resmini Ethica eseriyle çizen Spinoza’yı okumasaydık neşe ve keder duygularının bizi nasıl yükseltip düşürdüğüne kafa yorar mıydık? Egemen güçlerin neşe gibi üst bir değerden kaçınarak halka neden keder pompaladığını ve bu yolla güç elde ettiklerini belki de anlayamazdık. 

Yazmasanız olmaz mı?

Hallacı Mansur, bir şiirinde “El hak” dizesiyle haykırmasaydı, biz nerden bilecektik Tanrı olduğumuzu. Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabında Nietzsche her ne kadar Tanrı’yı öldürmüş olsa da Hallacı Mansur ve Spinoza’nın Tanrı’sını öldürmeye içi gitmemişti.    

Yazmasanız olmaz mı?

Dünya klasiklerini yazmasanız hiç olmazdı: Madam Bovary, Mrs Dalloway, Anna Karenina, Ecinniler, Kıyıdaki Değirmen, Yalancı İpek Kız, Büyülenme, Âdem’den Önceki Yaşam, Damızlık Kızın Öyküsü, Türkü Söylüyor Otlar ve daha niceleri… 

 Savaş ve Barış’ı yazmak için Lev Tolstoy’un aylarca savaş alanında gözlem yapması boşuna değildi. Tolstoy, savaşların insan psikolojisinde yarattığı hasarı eserinde gösterirken hem kendinin hem de okurun vicdanına dokunarak bize iç acısı çektirmemiş miydi? Paul Sartre’ın Duvar öyküsünde, İspanya iç savaşında yakalanıp kurşuna dizilecek tutukluların ruh hâlini göstermesi ve baş karakter Pablo Ibbieta’nın arkadaşını ele vermemek için anlattığı hikâyenin traji-komikliği…  “Savaşın gerçek mağlupları sadece ölülerdir” diyen Fransız düşünürü Ernest Renan çok haklıydı. Çoğumuzun barışın peşine düşmesi de bu yüzdendi. 

Yazmasanız olmaz mı?

 Fatma Aliye, Refet romanında en ağır yoksulluk koşullarında okumaktan vazgeçmeyen bir genç kızın mücadelesini anlatırken, bugün bile aynı mücadeleyi veren on binlerce kızın olduğunu bilmek, bir şeyler yapabilmek için harekete geçmek çabası az bir şey mi? Nezihe Muhiddin’in Güzellik Kraliçesi adlı eserinde dile getirdiği gibi eril sistemin kadınları güzellik olgusuyla yarıştırarak birbirine düşürmesine kızıp karşı durmuyor muyuz hâlâ? Suat Derviş’in Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır adlı eseri olmasaydı işçi kadınların fabrikada sefalet ücretinin altında ağır koşullarda çalışmalarına, yoksulluklarına çoğumuz nasıl şahitlik edecektik? Duygu Asena Kadının Adı Yok dediğinde biz kadınları, iki yakasından çekeleyip kimliğimize sahip çıkmamız gerektiğini anlatmamış mıydı? Eril sistemin kadınlara hâlâ kızıyor olması bu yüzden değil mi? Mary Shelley’in Frankenstein adlı eseri olmasa yarattığının insana düşman olmasını bu kadar irdeler miydik?  Clarissa P. Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar‘da “kurtların ve kadınların kendilerini yanlış anlayanlar tarafından” her gün öldürülmesinin de erkek egemen sistemin kadın korkusundan kaynaklandığını göstermiyor muydu bize?

Yazmasanız olmaz mı?

Nezihe Meriç, Leylâ Erbil, Didem Madak, Lale Müldür, Sevgi Soysal, Selçuk Baran, Aslı Erdoğan ve niceleri yazdıklarıyla yaşamlarımızın içine birer tohum bırakmasaydı, her güne, her olguya farklı baktıktan sonra kendimize dönüp farklı yorumlayabilir miydik?    

 Murathan Mungan da “Şairin Romanı”nı yazmasa hiç olmazdı. Şairler ve yazarlar hâlâ gizliden gizliye Serhanad’ın hikâyesinde olduğu gibi Şairin Kuyusu’na seslenip seslerini bulup bulmadıklarına bakmazlardı. 

Yazmasanız olmazdı çünkü biz yazanlar düşlerimizin içinde, sizin söz kanatlarınızı okumadan, kendimizin söz kanatlarını çoğaltıp uçamazdık.   
.