Yazar ile Yapıt

25 Şubat 2024
HÜSEYİN İÇEN



ABD sinemasının belki de en iyi oyuncularından olan Robin Williams’ın baş oyuncu olduğu World’s Greatest Dad / Dünyanın En İyi Babası (2009) filmini izliyorum. Film pek ilgi çekici değilse de konusu ilginç.

ABD’de yaşayan bir İngilizce öğretmenini anlatıyor film. Adam, yazar olma heveslisi. Birkaç roman yazmış, epey de şiiri var. Ama hepsi yayınevlerinden geri çevrilmiş. Yazar olarak başarısız olmuş. Bu da kişisel yaşantısına yansımış. Okulda öğrencileri onu sevmiyor. Tek oğlu desen tam bir dangalak. Derslerinde başarısız olmasının yanında, terbiyesiz, saygısız, kimseyi takmayan görgüsüz biri. Ne babasıyla bağlantı kurabiliyor ne arkadaşlarıyla ne de böyle bir çabaya yanaşıyor.

Babası onunla ilişki kurmak için elinden geleni yapıyor ancak başarılı olamıyor. Derinliği olmayan, ilkel, pis herifin biri.

Baba bir gün eve geliyor ve oğlu Kyle’ı /Kayl/ ölmüş buluyor. Oğlan, banyoda kendiyle oynarken, galiba yüreği elvermeyip öte dünyaya göçmüş. Babası büyük acı içinde. Ama birden beklenmedik bir şey yapıyor. Oğlanı alıp iple tavana asarak onun ağzından bir intihar notu yazıyor. Şair ve yazar babanın kendi oğlunun ağzından yazdığı, şiir gibi, duyguyla dolu bir veda notu. Oğlanın bu notunu arkadaşları ele geçirip okul dergisinde basıyorlar.

Kimsenin sevmediği, çoğu kişinin nefret ettiği, kişisel özellikleri ve insan ilişkileri bakımından ağaç kütüğü gibi biri olan oğlan, bu notla birlikte  birden okulun kahramanı oluyor. Herkes onu soruyor, babasının acısını paylaşmak için kuyruğa giriyor. Oğlan neredeyse efsaneye dönüşüyor. Bu not sayesinde, herkes onun dinlediği müziği, yaşantısının başka ayrıntılarını ve varsa eğer yazdıklarını görmek, okumak, öğrenmek istiyor. Baba da tutup oğlunun bu sevilgenliği aracılığıyla, kendi yazdıklarını oğlu yazmış gibi yavaş yavaş ortaya sürmeye başlıyor.

Sonra… Sonra büyük bir patlama oluyor sanki. Kendi yazdığında kimsenin önemsemediği, kendi arkadaşlarının bile okumadığı, yayınevlerinin birer birer geri çevirdiği yazılar, on beş yaşında kendi canına kıymış dangalak bir çocuğun elinden çıkmış gibi ortaya sürülünce tutkuyla sevilmeye başlıyor. Onlardan bölümler çıkarılıp sağda solda basılıyor. Eleştirmenler bunları yere göğe sığdıramıyorlar. Baba, oğlunu tanıtmak için ulusal televizyon kanallarında izlencelere çıkıyor. Okuduğu okulun her yanına oğlanın resimleri asılıyor. Okul kütüphanesine onun adı veriliyor.

Ötesi… Baba, kendi adıyla ün ve başarının yanına bile yaklaşamamışken, kendi yazdığı  her şeyi sanki oğlu yazmış gibi yayınlamaya başlıyor ve oğlunun adıyla, hem parasal yönden hem de benlik olarak sözcüğün tam anlamıyla semirmeye başlıyor.

Film boyunca, baba gerçeği ne zaman açıklayacak ya da açıklayacak mı diye merak edip duruyoruz. Zaman geçtikçe bu açıklama işi zorlaşmaya da başlıyor.  Oğlu Kyle’ın adıyla yayınlanan yapıtları, zamanla  babayı neredeyse ezecek bir çığ oluşturuyor. Kyle’ın yüceltilen adı, yayınlanan kitaplarla yazıların  önlenemez yükselişi, birçok kimsenin “Bu kitap benim canımı kurtardı!” diye ortada dolanması… İş gittikçe güçleşiyor. Ve işin ilginç yanı, iyi yetişmiş, kültürlü bir öğretmen olan babanın yazdıklarının, okuyup yazmayı neredeyse zor sökmüş oğlunun yapıtları diye ortaya dökülmesi kimseyi şaşırtmıyor. Böylesine bilgi ve birikime dayanan yapıtları, on beş yaşındaki bir hödüğün nasıl yazmış olabileceğini kimse sorgulamıyor.

Ve sonunda, baba, okul kütüphanesine Kyle’ın adının verilmesi töreninde, beklediğimiz açıklamayı yapar: Oğlunun aslında intihar etmediğini, banyoda otuzbire abanırken soluğunun tükendiğini, kendinin de onu özellikle intihar etti diye gösterdiğini; ha, unutmadan, intihar notunu da, öteki yazılanları da zekâ özürlü oğlunun değil, kendinin yazdığını söyler. Sonra toplantı salonundan sakin adımlarla çıkıp gider. Sonraki aylarda, zavallı adamın adım adım herkesin gözünde bir böceğe dönüştüğünü görürüz. Çünkü insanların acı veren gerçeklere değil, kendilerini uyuşturan, düşünme ve sorgulamadan uzaklaştıran efsanelere, uydurmalara, söylencelere gereksinimleri vardır. Gerçeklerle gözlerinin açılmasını değil, uydurma öykülerle kapatılmasını isterler, uyutulmayı beklerler. Üzerinde düşünüp, anlamaya çalışıp yorumlayacakları düşünce değildir istedikleri, put isterler tapınacakları.

Törende gerçeği açıkladıktan sonra kendi sevgilisinden yediği tokat, okul başöğretmeninden işittiği küfür ve Kyle’ın yazdıklarıyla sözde dünyası değişmiş olan bir öğrencinin, babanın burnuna dürttüğü ortaparmak ve babanın itirafının neredeyse ıslıklarla karşılanması… Sonra açıklamayı yaptığı salondan kaçıp okulun içinde koşarken kaldırıp yere attığı ceketi, gömleği, saati, özgürleşmesinin simgeleridir sanki. Boğucu bir ikiyüzlülüğü, uydurma bağları ve hak etmediği ünü geride bırakmasının simgeleri… Okul yüzme havuzunun sıçrama tahtasına çıkıp pantalonuyla donunu da atıp tertemiz suya daldığında, yaşamı boyunca sürdürdüğü miskinliği, başı eğikliği geride bırakıp temizliğe, içtenliğe, belki de özgürlüğe geri döndüğünü hissediyordur. Eski bağlarından soyunan öğretmenin bize yolladığı bu özgürlük iletisiyle sona erer film.

Aslında, bir ayrıntı sayılabilir, ama öykünün, bunun tersi biçimde oluşmasını beklerdim ben: Baba ölür. Sağlığında basılamayan yapıtları ortada kalır. Oğul da babanın yazdıklarını, kendi yazmış gibi ortaya sürerek üne ve paraya boğulur. Çevresi hak etmediği ünle çevrili olarak, o ünün getireceği olanaklarla, ama aynı zamanda o ünün baskısıyla yaşamak zorundadır artık. Hollywood bu kez işi tersinden almış. İyi yetişmiş, kültürlü bir babanın, büyük olasılık layıkıyla yazdıkları, tam bir dangalak olan oğlu yazmış gibi ortaya çıkarsa inanılır olurmuş gibi yazılmış öykü. Çok gerçekçi olmamış diyebilirsiniz. Benimki belki başka bir filmin konusu.

Yine de başoyuncu Robin Williams’ın iyi oyunculuğunun dışında oldukça sıradan olan bu filmden çok, önemli bir sanatsal sorundur asıl tartışılması gereken: Sanat yapıtının, çevresinde üretilen birtakım söylentilerden can bulması, hatta uydurmalara dayanması, hatta şu ya da bu kişiye ait olması… Bunlar,  yapıttan daha mı önemlidir ki? Ücretli eleştirmenlerin yazdığı yanlı eleştiriler, çoksatarlık numaralarıyla üne boğulan yazar ya da kitaplar, sanatsal değeri ne kadar yansıtır? Aradan biraz zaman geçince, neyin ne olduğu ortaya çıkar zaten. On yıl önce çoksatar adıyla ortada dolaşan kitap ya da yazarların adlarını, bakarsınız bugün kimse duymamıştır bile. Zamanında çoksatar diye alıp okuduğumuz kaç kitabın adını anımsıyoruz bugün? Asıl doğru kararı zaman veriyor. Zamanla kimi yapıtlar baş köşeye otururken, kimisi de tarihin çöplüğünde yerini alıyor.

Bana sorarsanız, yapıtın kendisi önce gelir; onunla birlikte ortaya çıkan ya da özellikle çıkarılan söylentiler, hatta yazarın kim olması daha sonra… Biz iletiyi alalım yeter ki; yapıta ilişkin ayrıntılar, hatta palavralar ne olursa, yazar kim olursa olsun… Wells Katedrali yaşadıktan sonra, mimarının, yapan ustaların adlarının, Casablanca (1942) filmi bize sunulduktan sonra yönetmen ve oyuncuların kimliği tarihsel bir ayrıntıdır ancak. Büyü bize sunulmuştur ve insanın sanattan beklediği de budur. Gerisi, pösteki saymayı bilim sanan eleştirmen ya da tarihçilerin işidir. Sanatsever için önemli olan, adları anımsayan, sözcükleri sayan, yazarın yaşamöyküsünü ya da yapıtın konusunu deşen eleştirmenlerin yorumları değil, yapıtın kendisidir.

Yapıt amaçtır, sanatçı yalnızca araç. Yazar G. Bernard Shaw’a “Bu oyununuzda ne demek istediniz?” diye sorar gazeteci. “Nereden bileyim,” der Shaw; “ben yazarıyım yalnızca.” Anlatılmak istenen, yapıttır; yapıt değilse bile yapıttadır. Yazar da ancak o iletinin aracı.

Asıl gerçek, yazarın kendisidir diyenler, gidip yazarın yaşamöyküsünü araştırsınlar da üretilen yapıtları bize bıraksınlar.

.