1 Eylül 2023
Söyleşi: Münire Çalışkan Tuğ

Vidan Külahlı Tanış:
“Yazmayı beceremeseydim de
üretmeye devam ederdim.”
Münire Çalışkan Tuğ: Vildan Külahlı Tanış adını önce dergilerde ve ödül listelerinde gördük. Bununla beraber İshak Edebiyat’ın mutfağındasınız. Ardından Çizgide Bir Kukla ile okur karşısına çıktınız. Üstelik kitabınız kısa sürede 2. baskıyı yaptı. Kutlarız. Sizi biraz daha ayrıntılı tanımak isteriz. Kimdir Vildan Külahlı Tanış ya da kim değildir? Yazı yolculuğu nasıl başladı, hangi süreçlerden geçerek okurun karşısına kitaplı bir yazar olarak çıktı?
Vildan Külahlı Tanış: Ankara’da doğdum, büyüdüm. Okumak hayatımın içinde hep vardı. Acemi bir okurdum diyebilirim. Yolunu bulmaya çalışan. Köşe yazıları, şiir, deneme, kurmaca eline ne geçerse kenarından tutmaya çalışan bir okur. Buna paralel aslında yazı da hep benimle beraberdi. Sınırları çok da belli olmayan anı, iç döküş, günce… adına ne dersek artık. Fakat belki de yaş almanın getirdiği bir bilinçle yazdıklarımın artık bir kurmacaya, dört başı mamur bir dünyaya evrilmesini istedim. Okumaktan çok keyif aldığım bir tür olan öyküye yönelmem de böyle başladı. Yaklaşık beş altı senedir daha düzenli yazılar yazmaktaydım. Dergiler, yarışmalar derken sanırım artık bir dosya oluşturmalıyım dedim. Onların bir kısmı sırt sırta verdi ve Çizgide Bir Kukla raflardaki yerini aldı. Şimdilerde onun heyecanını yaşıyorum diyebilirim.
Bir hikâye kurmak baktığınız, durduğunuz yeri başka bir çift gözle daha görmek gibi. Bir ağacın kırık dalına başka bir nazarla bakıyorsunuz mesela. Ağacın hikâyesine ayrı, dalın hikâyesine ayrı kafa yoruyorsunuz.
M. Ç. Tuğ: Memduh Şevket Esendal kızına yazdığı bir mektupta konu bulma ve yazma önerilerinde bulunur ve “Hiç sessiz duran mahallede bin şey, bin ses, bin renk vardır. Hoşuna gitmeyen adamları, hoşuna gitmeyen sözleri daha kolay yazarsın. Bir hiçten nasıl bir kavga çıkarmalı? Elinden geldikçe çocukları söyletip dinlemeye çalışmalı. Bir evde toplanmış insanlar nasıl olmuş da toplanmışlar ve nasıl oluyor da toplu kalıyorlar? Bu adamlar birbiri için ne düşünüyorlar? Ağızda nasıl, içlerinde nasıl?” der. Siz nerelerden seçiyorsunuz öykü karakterlerinizi, nasıl gözlemliyor, onlara yeni bir yaşam armağan ederken hangi yolları izliyorsunuz? Kısacası bir öykü hangi süreçlerden geçerek okurun masasına geliyor?
V. K. Tanış: Eğer yazı hayatınızın içinde varsa bir süre sonra sanırım her şeye hikâye gözüyle bakıyorsunuz. Esendal öyle güzel tarif etmiş ki… Üstüne bir şey söylenir mi bilmiyorum. Bir hikâye kurmak baktığınız, durduğunuz yeri başka bir çift gözle daha görmek gibi. Bir ağacın kırık dalına başka bir nazarla bakıyorsunuz mesela. Ağacın hikâyesine ayrı, dalın hikâyesine ayrı kafa yoruyorsunuz. Benim yazın yolculuğuma gelecek olursak aklıma gelen bir kurmacanın çok uzun süre zihnimde benimle gezdiğini söyleyebilirim. Bir imge, bir fotoğraf, bir dize, bir mekân, bazen bir karakter bu kurmacanın tetikleyicisi olabiliyor. Artık kafamda yazıp bitirdiysem masa başına öyle geçiyorum.
M. Ç. Tuğ: Kitabınızda değişik platformlarda ödül alan öyküleriniz de yer alıyor. Uzun Düz Çizgiler, Çatıdaki Delik, Alo Buyurun Yalnızlar Geçidi, Maydanoz bunlardan birkaçı. Ne dersiniz, ödül almak yazarın motivasyonunu nasıl etkiliyor?
V. K. Tanış: Ödüller, hele ki bu yolculuğa yeni başlayan bir hevesli iseniz elbette müthiş bir motivasyon kaynağı. Galiba oluyor, dediğimiz bir kırılma noktası gibi. Yazdıklarınızın başka başka gözlerden geçip beğenilmesi, henüz kitabınız çıkmadan evvel isminizin küçük çevrelerce bilinmesi kitaplaşma yolunda da bir referans kaynağı aslında. Bu yüzden dergileri de yarışmaları da önemsiyorum. Fakat şunu da belirtmeden geçmek istemem, elbette hiçbir yarışma ya da dergi bir otorite değil bu konuda. Ben bu yolu tercih ettim, diyebiliriz.
Başkasının kuklası olmak kolaydı. Ondan kurtulmak. Ama insanın kendi kendinin, kendi hırslarının, kendi egosunun, kendi kibrinin, yaşayamadıklarının, geçmişinin, baş edemediği duygularının kuklası olması çok daha üzerine düşünülmesi gereken bir durumdu benim için.
M. Ç. Tuğ: Çizgide Bir Kukla, kitabın içindeki bir öykünün adı değil. Şöyle bir çıkarımda bulundum kendi adıma: Yaşam yer yer kırılan, çıkmaz sokaklara giren, yer yer kendini hep tekrar eden, kimi de önümüzde açılan uzun bir çizgi, bizler de o çizgide yürürken kimi yolunu şaşıran kimi doğru yolda ilerleyen kimi de ipleri başkalarının elinde olan kuklalar mıyız? Siz ne dersiniz, nasıl belirlediniz kitabınızın adını?
V. K. Tanış: Kitabın adına aslında on iki öykünün on ikisini de kapsayan bir imgeden yola çıkarak karar verdim. Ve aklımda hep şu vardı: Kimdir kukla? Dönüp geldiğim noktaysa aynıydı. Başkasının kuklası olmak kolaydı. Ondan kurtulmak. Ama insanın kendi kendinin, kendi hırslarının, kendi egosunun, kendi kibrinin, yaşayamadıklarının, geçmişinin, baş edemediği duygularının kuklası olması çok daha üzerine düşünülmesi gereken bir durumdu benim için. Kitabımdaki karakterlere de baktığımızda ipleri başkalarının elinde olandan ziyade, kendi iplerine dolanan, kimi zaman o ipleri kesip atabilen kimi zaman o iplere esir olan belki de kabullenen kişiler. İp de biziz, o ipi kesip atacak makas da…
M. Ç. Tuğ: Öykülerinizde yalnızlık, sıkışmışlık, açmazlar, travmalar, umut- umutsuzluk, ölüm, bireyin gelgitleri, yaşam alanları ele geçirilenlerin kendilerini var etme çabaları ilk göze çarpan insanlık halleri. Gömlek Değişimi adlı öykünüzde yaşadıkları ile baş edemeyen birinin kitaplara sığındığını, onlardan güç aldığını görüyoruz. Kitaptan bir söz alıntılayarak soracağım soruyu. “Hayata, o bir seferlik araba yolculuğuna, bitince yeniden başlayamazsın ama elinde bir kitap varsa ne kadar karışık ve anlaşılmaz olursa olsun o kitap bittiği zaman anlaşılmaz olan şeyi ve hayatı yeniden anlayabilmek için istersen başa dönüp biten kitabı yeniden okuyabilirsin,” diyorsunuz. Bireyin açmazlarını aşabilmesi, hayatı anlama ve ona göre konumlanma noktasında edebiyat nerde durur, ona nasıl bir katkı sağlar ya da sağlar mı?
V. K. Tanış: Kime ne sağlar bilemem ama kendimle ilgili tasarrufumdan bahsedecek olursak sanırım ihtimaller üzerine düşünmeye, yazmaya başladıktan sonra daha fazla kafa yordum. Hikâyesini bilmediğimiz insanlara karşı nasıl da gaddar olduğumuzu, yapmam dediklerimizi ne olursa yaparızı, hayata tutunma ihtiyacının bizleri kimi zaman nasıl da çaresiz bıraktığını uzun uzun düşünür oldum. Sınırlarınız gelişiyor, bakış açınız değişiyor biraz da. Bin karakter yaşıyor zihninizde. Okuduklarınız, yazdıklarınız… Yaşamadığınız onlarca hikâyenin başkahramanı olmak gibi. Ben olsam ne yapardım, sorusu sizi başka bir dünyanın merkezine gökten paraşütsüz bırakıveriyor.
M. Ç. Tuğ: Çoğu öykünüzde hiç susmayan iç sesler var. Sanırım günümüz insanı en çok kendi kendisiyle konuşuyor. İçimizdeki bu uğultuyu diğer insanlarla iletişime dönüştürmede neden zorlanıyoruz, yoksa bu bir tercih mi? Şairin dediği gibi gittikçe artan bir yalnızlık mı yaşadığımız?
V. K. Tanış: Sanırım kendi kafamın içi de böyle. Durum bu olunca haliyle yazdıklarınıza da yansıyor. İçimizdeki o sesi susturabilsek ya da daha yüksek sesle söyleyebilsek bazı şeyleri bu yaşamaklar daha farklı olurdu. Kim bilir?
Yazma yolculuğuma gelince bu dünyadan bir yaprak gibi geçip giden biri olmak istemeyip geride bir şey bırakma çabası belki de.
M. Ç. Tuğ: Yeşil Mürekkep’te okuruyla mektuplaşan bir yazar var. Tatlı tatlı yazışıyor, duygu ve düşüncelerini birbirlerine aktarıyorlar. “Bu gelen mektuplar da olmasa insanda yaşama hevesi kalmaz Eşref’çiğim,” diyor yazar karakteriniz Kemal Koton. Sokakta kalabalıkların içinden geçerken onların kendi kitaplarının hangilerini okuyup nasıl etkilendiklerini merak ediyor. Ben bu içsel coşkuyu hatta kaygıyı Virginia Wolf’un günlüklerinde de okumuştum. O da bir kitabı çıkar çıkmaz posta kutusunu gözlemeye başlıyordu. Siz bu duyguyu nasıl yaşıyorsunuz? Yazarınız Kemal Koton “İçinde daha fazla kaybolduğumuz bu hayatta kendinize ait, sadece size ait, bir dünya yaratmak belki de en güzeli. Gerçek ya da düş. Hakikat ya da oyun… Sizi hayata sımsıkı bağlayan bir hikâye.” diyor öykünün sonunda. Sizi hayata sımsıkı bağlayan hikâye nedir? Çizgide Bir Kukla böyle bir isteğin sonucu mu ortaya çıktı?
V. K. Tanış: Üretmek diyebilirim. Yazmayı beceremeseydim de üretmeye devam ederdim, bunu biliyorum. Bu sıra sıra dizilmiş reçeller mi olurdu, domates konserveleri mi, boyadığım ahşap kutular, ördüğüm atkılar bereler mi, yaptığım çömlekler mi olurdu, bilmiyorum ama ortaya bir ürün koymak, dönüp ona bakmak, hatta dönüp dönüp bakmak bu benim vazgeçebileceğim bir şey değil sanırım. Yazma yolculuğuma gelince bu dünyadan bir yaprak gibi geçip giden biri olmak istemeyip geride bir şey bırakma çabası belki de.
M. Ç. Tuğ: Öykülerinizde anıştırma yoluyla başka yazarların metinlerine göndermeler var. Yazgısını Bekleyen Balık bir yandan Tevfik Fikret’in Balıkçılar şiirini ama en çok da Sait Faik’in Sinağrit Baba öyküsünü, Piyanist Şantörün Ölmeden Önceki Ölümü Yakup Kadri’nin Yaban’ını, Alo Buyrun Yalnızlar Geçidi Yasunari Kavabata’nın Uykuda Sevilen Kızlar ve Gabriel Garcia Marquez’in Benim Hüzünlü Orospularım adlı eserleri anımsattı bana. Hep merak ederim, metinlerin başına usta yazarlardan epigraflar alanların ya da kendi metinlerinde onlara göndermeler yapanların amacı ustalara saygı duruşu mu, onlarla boy ölçüşme mi, onların tanınır bilinirliğinden güç alma mı? Ne dersiniz bu konuda?
V. K. Tanış: Bahsettiğiniz eserlerden kimisini çok severek okudum kimisini henüz okuma fırsatım olmadı. Fakat neden bilmem bu soruyu çok sevdim. Farklı zamanlarda, başka başka dünyalarda yazılan hikâyelerin bir noktada kesişmesi aslında yaşadığımız, yaşayacağımız hikayelerin birbirinden çok da keskin sınırlarla ayrılmadığını gösteriyor. Dünyanın neresine giderseniz gidin, bir kadının dertleri üç aşağı beş yukarı aynı. Ya da bir çocuğun dünyadan beklentileri nerede, kimin çocuğu olduğuyla farklılaşmıyor. Çizgide Bir Kukla’daki selamlara gelecek olursak sanırım ben bir metnin okuru başka bir metne götürmesini seviyorum. Bir kapının başka bir kapı aralamasını, okurun usulca oradan sızıvermesini. Gömlek Değişimi öyküm Orhan Pamuk’un Sessiz Ev’ine bir göndermedir mesela. Ya da Yeşil Mürekkep öyküsünde Kemal Koton karakteri çok sevdiğim Metin Nart’a bir selamdır elbette.
Ben zamanın kimi eleğinden geçirip kimi üzerinde bırakacağını belirleyen en gerçek taraf olduğunu düşünüyorum.
M. Ç. Tuğ: Piyanist Şantörün Ölmeden Önceki Ölümü sanatçının eser üretme zorluklarının yanı sıra üretilen eserin kıymetini bilen tüketicinin yetersizliği, sığlığı noktalarına değinen bir öykü. Memduh Kutlu, bir gün kıymetimi anlayacaklar diye diye nerdeyse yolun sonuna gelmiştir. Saçlarını ağartan, ciğerlerine iniltili bir ıslık bırakan hayatın karşılığı bu olmamalıdır. Yine de umudunu yitirmez, gün gelecek öyle ya da böyle kıymeti anlaşılacaktır. Bu konuda siz ne düşünürsünüz, bir sanatçı akıp giden yaşama nasıl dâhil olmalı, kitlelerle nerede- nasıl buluşmalı, alımlayıcısını yaratma noktasında neler yapmalı?
V. K. Tanış: Bu son zamanlarda sosyal medyada da fazlaca tartışılan konulardan biri aslında. Yazar kendi kitabının reklamını yapmalı mı, kitabını tanıtmalı mı yoksa bir perdenin arkasından sadece seyre mi durmalı, eseri ortaya koyduktan sonra eserinin yanında görünmeli mi yoksa bir gölge halini mi almalı…
Elbette herkese göre değişen bir cevabı vardır bu soruların ama dünya değişiyor ve değişen bu dünyaya bir bakmışsınız dahil olmuşsunuz. Söyleşiler, imzalar, çevrimiçi sohbet odaları, sosyal medya artık hayatımızın içinde ve hatta tam merkezinde demek yanlış olmaz sanırım. Fakat tüm bu bileşenlerin yanında ben zamanın, kimi eleğinden geçirip kimi üzerinde bırakacağını belirleyen en gerçek taraf olduğunu düşünüyorum.
M. Ç. Tuğ: Aziz’in Hikâyesi, sizinle yaptığımız bu söyleşi formatında bir öykü. Dolayısıyla farklı bir tekniği var. Sanki kitabınız çıkınca vereceğiniz söyleşilerin provasını yapıyor gibisiniz. Öyküdeki farklılık bununla da sınırlı değil. Anlatıcılar da değişiyor. Bu durum başka öykülerde de var. Üçüncü kişi anlatımından karakterin iç sesi ile ben anlatıcıya geçiliyor. Ayrıca kendi öykülerinize de atıflar yapıyorsunuz. İçerik olarak ise adeta bir bellek taraması. Bu öyküden hareketle farklılık arayışlarınız ve bundan sonra gelecek kitaplarınızda bizi bekleyen sürprizler konusunda neler söylemek istersiniz?
V. K. Tanış: Aziz’in Hikâyesi özellikle kitaba almak istediğim bir öyküydü. Ve yine son öykü olmasını da özellikle istedim. Özellikle yeni yeni yazmaya başlayan, reddedilen, kapılardan geri döndürülen, eşikte bekletilen her yazar adayı bu uzun ve meşakkatli yoldan, kitabını elinde tuttuğu yazarın hiç geçmediğini düşünür. Biraz da otobiyografik bir öykü Aziz’in Hikâyesi aslında. Dediğiniz gibi bir ön röportaj. Yolun gerçek tarafı.
Yine bu öyküdeki atıflara gelecek olursak o küçük oyunları, okuru metne dâhil ederek birlikte yürünen bu yolculuğu çok kıymetli buluyorum. Bundan sonrasında hikâye beni nereye götürecek ben de merak ediyorum.
M. Ç. Tuğ: Öykü dünyanızı bizimle paylaştığınız, gizlerinizi açtığınız, sorularımıza içten yanıtlar verdiğiniz için teşekkür ederim. Benim için kitabın kapanış cümlesi çok önemlidir, okurun macerasının son cümle ile derinleştiğini düşünürüm. Kitabın son cümlesi, “Pencereyi kapatırken hayatın her şeye rağmen devam edeceğine dair cenaze arabasının gövdesine yazılacak o edebi cümleyi düşündü.” Cenaze arabasının gövdesi de dâhil, mümkün olan her yere yazabileceğimiz o edebi cümlelerinizin yolu açık olsun.
V. K. Tanış: Sevgili Münire Hocam, öncelikle zaman ayırıp kitabı okuduğunuz için, bu güzel sorularla öykülerime tekrar başka bir nazarla bakma imkânını bana verdiğiniz için ve bu güzel muhabbet ve dostluk için ben teşekkür ederim.
–

Münire Çalışkan Tuğ’un Diğer Söyleşileri
Ayla Burçin Kahraman’la Söyleşi