3 Mart 2024
Söyleşi: AYGÜL AYDOĞDU

“Yaşam rotamda psikolog kimliğim, edebiyatçı kimliğimin önüne geçti. Ama asla bu durumdan pişman değilim. ”
Aygül Aydoğdu: Değerli hocam, söze yoğun çalışmalarınız arasında söyleşimize zaman ayırdığınız için teşekkür ederek başlamak istiyorum. Mesleki ve akademik yayınlarınız dışında romanlarınız, öyküleriniz, şiirleriniz, masallarınız, Devlet Tiyatroları’nda oynanma rekorları kıran oyunlarınız, çocuk kitaplarınız, çocuk oyunlarınız var. Akademik yayınlarınızın dışında yazınsal türlerde (roman, öykü, şiir…) ortaya koyduğunuz yapıtlarla daha çok sayıda ve farklı ekonomik, kültürel, akademik, sosyal vb. konumdaki kişilere dokunabilme açısından edebiyatın sizin için bir ayrıcalık taşıdığını söyleyebilir miyiz?
Üstün Dökmen: Şüphesiz bunu söylemek mümkündür. Kanımca psikoloji benim için daha sınırlı alan. Psikoloji içinde başka pek çok disiplin de var ancak bunlar insan psikolojisi içinde ikincil bir yer tutuyor. Edebiyat içinde ise aklımıza gelebilecek her şey var, edebiyat içinde psikoloji, sosyoloji, tarih, coğrafya, fizik, astronomi, mühendislik dalları, matematik, jeoloji, zooloji, botanik, ornitoloji, müzik, resim, heykel ve benzeri daha pek çok şey var. En önemlisi psikoloji içinde kaldığımızda araştırmalara, verilere dayanmamız, bilimsel gerçeğin dışına çıkmamamız gerekir. Kısacası bilimsel olma iddiasındaki bir bilim insanını sınırlayan birtakım kurallar vardır, bilim insanı canının istediği her şeyi söyleyemez. Sanat, edebiyat ise sanatçıya büyük bir özgürlük verir, edebiyatçı istediği her şeyi hayal edebilir, hayvanları, masaları konuşturabilir, fabl yazabilir, kurguya başvurabilir. Bir psikoloğun veya tarihçinin ise böyle bir lüksü yoktur. Bilim insanı gerçeği anlatmalı ve ispatlayabilmelidir; edebiyatçı ise hayallerini anlatabilir, edebiyatçıdan tek isteğimiz hayallerini insanlara estetik bir tepside sunmasıdır.
Ben bir bilim insanı olarak astrolojinin, isim analistlerinin yaptıkları şeylerin bilim ve akıl dışı olduğunu ispatlayabilirim ancak bunlarla dalga geçemem, bunlara ilişkin ironi sergileyemem. Fakat bir edebiyatçı olarak astrolojiyle ve benzerleriyle dalga geçebilirim, ironik görüşler ileri sürebilirim, onları ti’ye alabilirim. Tanpınar eğer bir saatçi olsaydı saatleri ciddiye alıp onları tamir ederdi. Ancak Tanpınar bir edebiyatçı tavrıyla insanları, toplumu, bazı kurumları mizahi bir üslupla eleştirmiştir. Yani saatçi saatleri eleştirmez, eğer bir saati beğenmiyorsa daha iyisini yapar, sanatçı ise saatleri doğru kullanamayan insanları mizah yoluyla eleştirir.
Bilim ve sanat arasındaki bir başka önemli farklılık ise şudur: Bilim birtakım doğruları keşfetmeye çalıştığı için bilim insanının yedeği vardır; yer çekimini Newton bulmasaydı mutlaka bir başkası bulurdu. Sanatçı ise doğruları keşfetmeye çalışmadığı, kurguya başvurduğu için sanatçının yedeği yoktur. “Eğer Shakespeare Hamlet’i yazmasaydı mutlaka bir başkası yazardı” diyemeyiz. Shakespeare’in de, Tolstoy’un da, Yaşar Kemal’in de, Füruzan’ın da yedeği yoktur.
Aygül Aydoğdu: Toplum sizi konferanslarınız, televizyon programlarınız, mesleki ve akademik yapıtlarınızla çok sevdi, çok okudu; sizi mesleki ve akademik kimliğinizle benimsedi, içselleştirdi. Bu açıdan baktığımızda edebiyatçı kimliğinizin tüm bu kariyerinizin devamı gibi görülüp gölgelenebileceği duygusuna kapıldığınız oldu mu? Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Üstün Dökmen: Ne yazık ki psikolog kimliğim edebiyatçı kimliğimi gölgelemektedir. Tesadüfi olarak yüz kişi seçip Üstün Dökmen’in ne iş yaptığını sorsanız, bu yüz kişinin en az doksan beşi size, “Üstün Dökmen ülkemizin en önemli psikologlarından birisidir, psikolojiyi toplumun anlayabileceği, seveceği hale getirmiştir” der. Siz, “Peki Dökmen’in birtakım edebiyat ürünleri de var mı?” diye sorarsanız, “Evet birkaç da romanı var” derler size. Oysa benim on iki tane romanım, yedi tane masal kitabım var; yukarıda da belirttiğiniz üzere Komşu Köyün Delisi adlı oyunum Ankara Devlet Tiyatrosu’nda -sanırım- 477 defa sahnelenerek rekor kırmıştır. Ankara Destanı adlı şiirim ise Ankara üzerine yazılmış en uzun şiirdir. Sonuçta psikolog kimliğim edebiyatçı kimliğimi gölgelemektedir. Bu duruma, hiç istemeden anneciğim sebep olmuştur. Şöyle ki bendeniz altı yaşımda roman ve tiyatro yazarı olmaya karar verdim. Henüz okuma yazma bilmiyordum, bir defteri doldurursam roman olur sanıyordum. Tek çocuktum, yakın akrabamız yoktu, anneme babama bir şey olursa yapayalnız kalırım diye kaygılanıyordum. Yazmayı düşündüğüm romanın adı Yalnızlığın Sonu idi. Evde kurguladığım tiyatroları sahneliyordum. Anneciğim edebiyat öğretmeniydi, bir gün bana Fuzuli’nin bir şiirini söyledi; şiirde “İlimsiz şiir temelsiz duvara benzer, gayet itibarsız olur” diyordu. Annem bana, “Tabii roman, tiyatro yaz ancak önce bir bilim öğren, sanatını bunun üzerine oturt” dedi. Bunu bana sadece bir defa dedi ancak ben bu sözü unutmadım, ciddiye aldım. Bir miktar fizik de okuduktan sonra psikoloji ve eğitim alanında doktor, doçent ve profesör oldum. Profesör olduktan sonra edebiyata yöneldim. Böylece annemin çizdiği muhteşem rotaya sadık kaldım. Ancak her ilacın, her rotanın bir de yan etkisi oluyor ki yaşam rotamda psikolog kimliğim edebiyatçı kimliğimin önüne geçti. Ama asla bu durumdan pişman değilim.
Aygül Aydoğdu: Yazdıklarınız o kadar katmanlı, çok yönlü ve geniş açılı ki her bir kitabınızın kapağı kocaman bir kütüphaneye açılıyor sanki. Okur, bir kitabınızı okuyup bitirdiğinde birden çok kitap okumuş gibi olmanın doygunluğunu yaşıyor. Eserlerinizin en güzel yanı da bilgi ve birikimlerinizin didaktikliğe kaçmadan okura aktarılması. Bu da okura, aktarılan bilgi ve birikimleri yorumlayıp bir fikir oluşturabilme ve oluşturduğu fikri içselleştirerek davranışa dönüştürebilme olanağını tanıyor; bireyi olumlu yönde değiştirip geliştiriyor. Okur olarak gereksinim duyduğumuzun tam da bu olduğunu düşünüyorum. Acaba yazar olarak sizin beklentileriniz nedir? Üstün Dökmen okurundan neler bekliyor?
Üstün Dökmen: Sanırım teveccüh gösteriyorsunuz. Teşekkür ederim. Değerlendirebildiğim kadarıyla, bilim insanı ve öğretmen kimliğimden sıyrılıp sanatçı tavrı takınmam kolay olmadı, ilk romanım olan Ladesçi’de sanatsal bir bakış açısı var galiba ancak bunun yanı sıra didaktik bir tavır da var. Güzel bir şeyler anlatırken kendimi tutamayıp yararlı bir şeyler de söylemeye çalışmışım. Daha sonraki romanlarımda bu öğretmen tavrımı hızla bıraktım, romanın ön yüzünde edebî, estetik renkler, sesler var, yararlı ileti verme gayreti sanırım arka planda kaldı. Tüm sanat eserlerinde bu yaklaşım olmalıdır.
Okuyucularımdan beklentim yalnızca romanlarımı okumalarıdır; ne hissedecekleri ne düşünecekleri onlara kalmıştır. Okumaları dışında başkaca bir beklentim yoktur.

Aygül Aydoğdu: Sağdıç Cümlemiz Bir Cümleyiz adlı romanınız oldukça ilginç ve farklı bir teknikle yazılan tek cümlelik bir roman. Eşinizin de dediği gibi ilk bakışta noktalı virgüllerin nokta görevi gördüğü düşünülüyor ama kitabı okumaya başladığınızda okumanızın konuşma akışına evrildiğini, noktalı virgüllerin nokta gibi sizi durdurmadığını fark ediyor, bir anlatıcıyı merakla ve kesintisiz biçimde dinlediğiniz hatta izlediğiniz hissine kapılıyorsunuz. Tek noktası olan tek cümlelik bir roman yazma düşüncesi sizde nasıl, neden oluştu? Yeni bir biçim denemesi mi demeliyiz bu romanınıza? Kitabın yazılış hikayesinden söz edebilir misiniz?
Üstün Dökmen: Bilim insanlarına bir araştırmayı niçin yaptıklarını sorduğunuz zaman size mantıklı bir açıklama yaparlar, yapmak zorundadırlar. Ancak sanatçılara eserlerini niçin ortaya koyduklarını sorduğunuzda yapacakları bütün açıklamalar yüzeyseldir, o eserin ortaya çıkma nedeni sanatçının bilinçaltındadır, temeldeki bu nedeni sanatçı da tam olarak bilemez. Bu durumu en güzel açıklayan ifade varoluşçu filozoflara aittir; herhangi bir davranışlarını niçin yaptıkları sorulduğunda “Çünkü yaptım” cevabını verirler. “Bu kazağı niçin giydiniz?” sorusu karşısında bazıları uzun uzun açıklamaya girişirler, bu açıklamalar bir anlamda kişinin davranışını savunmasıdır. Varoluşçu düşünür ise sadece “Çünkü giydim” der, açıklama yapmaya çalışmaz. Everest’e çıkmaya hazırlanan Avrupalı dağcılardan birisine, “Bunca zahmete, tehlikeye niçin gireceksiniz?” diye sorarlar, o da “Çünkü Everest orada” der. Bu ünlü cevabı pek çok kişi anlamamıştır; örneğin Everest’e yakınlarda çıkan bir araştırma ekibinin üyeleri “Çünkü Everest orada” ifadesinin kendilerine bir şey ifade etmediğini söylediler, “Biz bu tepeye bilimsel amaçla çıkıyoruz, bu kalıpları alıp bölgenin on bin yıllık geçmişi hakkında bilgi edineceğiz” dediler. Amerikalı olan bu bilim insanları olaya pragmatik, pratik açıdan bakmışlardır, muhtemelen Varoluşçu felsefeyi bilmemektedirler. “Çünkü Everest orada” diyen dağcı ise tepeye ve ona çıkma olayına Varoluşçu bakış tarzıyla bakmıştır.
Konuya Varoluşçu açıdan baktığımda Sağdıç romanını niçin yazdığım sorusuna “Çünkü yazdım” diye cevap vermek isterim. Yani Everest oradaydı, Sağdıç ise kafamdaydı. Herkesin yaşamında en az birkaç tane Everest vardır. Örneğin engelli bir çocuğumuz büyük uğraşlar sonunda o güne kadar yapamadığı bir davranışı yaparsa veya bir bilgiyi kavrarsa kendi Everest’ine çıkmış olur. (Varoluşçu Felsefeyi ele aldığım Varolmak, Gelişmek, Uzlaşmak adlı bir psikoloji kitabım bulunmaktadır.)
Edgar Allan Poe, “Bir şiirin yüzde biri ilhamdır, gerisi çalışmaktır” demiş. Aslında bu kural tüm sanat eserleri için geçerlidir. Örneğin bir romanda sanatçının bir çıkış noktası vardır, buna genellikle ilham adı verilir. İlham, bence majik, büyüsel bir şey değildir, sanatçının geçmiş yaşantılarının bilinçaltında oluşturduğu tortudan ortaya çıkıveren bir düşüncedir. Rüyalar, geçmiş yaşantıların bilinçaltımızdaki tortuları arasından uykumuzda ortaya çıkar. İlham ise bu tortulardan, içinden uyanıkken bilincimize gelir. Tüm resimlerin, heykellerin, romanların yüzde birini oluşturan birer ilham cümlesi vardır, bu cümlenin nedenini, niçinini sanatçı da tam olarak bilemez. Sağdıç Cümlemiz Bir Cümleyiz adlı romanımın temasının aklıma nasıl geldiğini bilmiyorum. Bence Mektup, Metrestepe, Ay Kapanı ve yeni yayımlanan Mandal adlı romanlarımın çıkış noktasını oluşturan düşünceler ilginçtir. İlginç olduklarını biliyorum ancak bunların aklıma nasıl geldiğini bilemiyorum. Eğer birtakım açıklamalarda bulunursam olayı mantığa bürümüş olurum.
Aygül Aydoğdu: Sağdıç Cümlemiz Bir Cümleyiz romanının ilginçliği tek cümlelik olmasıyla kalmıyor, aynı zamanda iç içe geçmiş iki metinden oluşuyor. Kitabın kapağını açtığınızda bir kitap daha çıkıyor karşınıza. Tek kitapta iki farklı Bahadır’ın iki farklı hikayesi. Cümlemizin bir cümle olabilmesinin koşulu nedir hocam? Bahadırlar doğru hikayede yer almayı seçtiklerinde cümlemiz bir cümle olabilmeyi başarabilecek miyiz, ne dersiniz?
Üstün Dökmen: Güzel bir noktaya değindiniz. Hepimizin içinde en az iki kişi var. Hem psikolojik yapımızdan hem de toplumsal yapıdan, geleneklerden kaynaklanan iki kişi var içimizde. Bu iki kişiden birisini seçmek biraz tesadüflere, biraz da kişinin tercihlerine kalıyor. Bahadır için de iki ayrı yol, iki farklı rol var, birisi erkek egemen düzenin empoze ettiği sert, acımasız erkek tipi, diğeri ise sakin, empatik tavırlı ailesine düşkün erkek tipi. Farklı karakterlerdeki insanların birbirleriyle uzlaşmalarını istiyoruz ancak bunun öncesinde her birey kendi içindeki ikilemleriyle uzlaşmalıdır. Kişiler kendi içlerinde sağlıklı bir bütün olduktan sonra başkalarıyla uzlaşabilirler, cümleten bir cümle olabilirler. Sorduğunuz soruyla bu açıklamaya vesile oldunuz, cümleye dahil oldunuz.

Aygül Aydoğdu: Toplu şiirlerinizi okuma olanağı buldum. Şiirleriniz insanı duyuyor, toplumun acıyan yerlerine dokunuyor, yalın sözcüklerin derinliği okuyucuyu hem yüreğinden hem aklından yakalıyor. Dil Hali şiirinizin “...biz ettik sen etme ey şair/çek elini dilimizden” dizelerine dayanarak şiirin dilinin, açık ve anlaşılır olması ile ilgili düşüncelerinizi sormak istiyorum. Neler söylemek istersiniz ?
Üstün Dökmen: Bence bir toplumun dili o toplumun en temel kültür öğesidir. Dünyada çok dil var ancak bu dillerden bazıları konuşanı kalmayınca ölü diller arasına giriyor. Dilimizden ellerini çekmelerini, aslında şairlere değil, Türkçeyi eksik bilgiyle kullananlara söylüyorum. Televizyonlarda bile dilimizi bozuk şivelerle kullananlar var. Örneğin “dünyada” derken dünya kelimesinin sonundaki a harfinin açık bir ses olarak telaffuz edilmesi gerekirken kapalı ses olarak telaffuz ediyorlar. “Masa” kelimesinin sonundaki a kapalı olmalıdır ancak “dünyada” derken dünyanın sonundaki a açık ses olmalıdır. Sonra toplumumuzda şapka işaretiyle ilgili bir şehir efsanesi var. Hemen herkes a’nın üzerine bazı kelimelerde konulması gereken şapka işaretinin tümüyle yasaklandığını zannediyor. Oysa bu türden bir yasak konulmamıştır, belli durumlarda şapka gereklidir. Aksi halde gökten yağan kar ile ticaretteki kâr birbirine karışır. Bir süre önce bir banka şapka işaretinin resmen kaldırıldığını zannedip üzerinde “Karımızı müşterilerimizle paylaşılıyoruz” yazan pankartlar hazırlayıp ülkedeki tüm şubelerine göndermişti. Reklamı hazırlayanlar ilk kelimeyi “Kârımızı” şeklinde okuyorlardı ancak çoğunluk bu kelimeyi “Karımızı” şeklinde okuyunca sıkıntı oldu, tüm pankartlar çöpe gitti.
Aygül Aydoğdu: Hangi yazınsal türde yazmayı daha çok seviyorsunuz? Diğerlerinin önüne geçen bir tür var mı sizin için? Varsa neden o tür diye sormak isterim.
Üstün Dökmen: Roman ve tiyatro yazmayı tercih ediyorum. Niçin denildiğinde, doğru cevabın ne olduğunu bilmiyorum, hem bu yüzden hem de seçim yapma özgürlüğüm olsun diye yukarıdaki varoluşçu cevabı vererek “Çünkü” demek isterim.
Aygül Aydoğdu: Eserleriniz, okuyucunun yaşamıyla özdeşlik kurmanın dışında dilinin ironikliği ile de okuyucuyu yakalamayı başarıyor. Okur kitaplarınızı okurken kendini bazen acı acı bazen keyifle gülerken yakalayabiliyor. Konferanslarınızdan, televizyon programlarınızdan da öğrendiğimiz üzere birini gülümsetebilmenin onunla kurulabilecek en güzel iletişim olduğunu düşünürsek akademik dilinizle yazınsal dilinizin ortak noktası gülümsetmek olabilir mi?
Üstün Dökmen: Olabilir. Ortaokul birinci sınıftayken Moliere’in tüm tiyatrolarını, üçüncü sınıftayken de Aziz Nesin’in tüm hikâyelerini okudum. Daha o yıllarda bilimde ve sanatta mizahtan yararlanmak gerektiğini düşünmüştüm. Niçin böyle bir tercihte bulunduğum sorulduğunda ‘Çünkü’ demek yerine açıklamada bulunabilirim. Şöyle ki: Kaygılı bir çocuktum, acıklı şeyler hüzün veriyordu bana. Bazıları “Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarından bir tanesini bile okumamış bir Türk çocuğu yoktur” der. Sanırım en az bir tane var, ben, Tuğcu’nun kitaplarından bir tanesini bile okumamış bir Türk çocuğuyum. Arkadaşlarımdan romanlarının acıklı olduğunu öğrendim, bir tanesini bile okumadım, eşim Prof. Dr. Zehra Dökmen de benim gibi, hâlâ acıklı olduğunu sezinlediğimiz filmleri izlememeye çalışıyoruz. Sonuçta mizah kaygıma iyi geliyor, bilimsel çalışmalarımda biraz, konferanslarımda, romanlarımda ve tiyatrolarımda ise büyük ölçüde mizahtan yararlanıyorum.

Aygül Aydoğdu: Hemen hemen tüm kitaplarınızda olduğu gibi son romanınız Mandal‘da da toplumun tüm ayrıntılarıyla fotoğrafını çekiyor, bununla da kalmıyor aynı toplumun iki farklı röntgenini de çekiyorsunuz. Dışardan görünenin yanında ortaya konan iki röntgenden birinde toplumun hastalıklı iç organları, diğerinde sağlıklı iç organları görülüyor. Bunları görüp değerlendirmek ve toplumun sağlıklı tarafında mı hastalıklı tarafında mı olacağına karar vermek okura kalıyor. Bu noktada okura ne kadar güveniyorsunuz? Sağlıklı olanı, doğru olanı seçebilmenin yolunu nasıl bulacağız?
Üstün Dökmen: Dürüst olmak gerekirse okuruma güveniyorum, onların en doğru yolu bulacaklarına inanıyorum. Ancak dikkat buyurun, “Herkese güveniyorum” demedim, ”Okuruma güveniyorum” dedim. Bunun anlamı şu: Herkesin kitabımı okumayacağını biliyorum, bu yüzden okumayacaklara güvenmem veya güvenmemem söz konusu değildir. Zaten pek çok kişi hiç kitap okumuyor, sadece internette birkaç cümlelik yazıları okuyorlar. Romanın başlangıcında da söylendiği üzere roman kahramanı olan Tomris Vural öğretmenin bir avukat olan kocası da onun yazdıklarını okumayacaktır.
Aygül Aydoğdu: Mandal adlı romanınızda Tomris, ”Belki bu roman küçük bir yara bandı olacak duygularımıza.” diyor. Öyle bir zamanda, öyle bir ülkede yaşıyoruz ki bir çamaşır gibi yıkanmak istiyorsunuz ancak gördüklerinizden, duyduklarınızdan, yaşadıklarınızdan arınamıyorsunuz. Üstelik mandalsız atılıyorsunuz ipin üstüne. Elbette edebiyat herkese iyi gelir, peki iyileştirir mi hocam, edebiyat insanı hayata mandallar mı? Ne dersiniz edebiyatın sağaltıcı yönü var mı?
Üstün Dökmen: Okuyanlar için edebiyat ürünlerinin elbette ki sağaltıcı yönü vardır. Ancak bunu ölçemeyiz. “Bibliyoterapi’” adlı bir sağaltım yöntemi var. Özellikle belirtmek gerekir ki bibliyoterapi ancak ve ancak bir psikolog veya psikolojik danışman tarafından gerçekleştirilmelidir. Böyle olduğunda kitap okumanın ne kadar sağaltıcı olduğu da ölçülebilir. Burada vurgulamak istediğim şey şudur: Bir edebiyat öğretmeninin veya sınıf öğretmeninin öğrencilere kitap okutması ve bu kitap üzerinde tartışma açması, şüphesiz ki öğrenciyi geliştirir, ancak bu etkinliğe “bibliyoterapi” adını vermek terapi sözcüğünü sulandırmak anlamına gelir. (Bir psikodrama veya bibliyoterapi oturumu herhangi bir kişi tarafından, örneğin bir öğretmen tarafından yönetilemez, sadece bir psikolog ve psikolojik danışman (PDR uzmanı) tarafından yönetilebilir.) Sonuçta kitap okumanın bir ölçüde, bibliyoterapinin ise büyük ölçüde sağaltıcı bir etkinlik olması mümkündür.
Aygül Aydoğdu: Tüm yapıtlarınızda toplumcu gerçekçi bakış açınızla birlikte her zaman kadının yanında komunlanan çok önemli, çok değerli bir duruşunuz var. Yine Mandal adlı romanınızda Tomris şu gerçeğin altını çiziyor; “Erkek egemen dünyanın düzeni kadınları tahterevallide altta bırakıyor sürekli.” Kitabı okurken bir kadın olarak bu kadar iyi anlaşılmak, anlatılmak, desteklenmek, “… maganda erkekleri, anneleri değil, feodal düzenin -erkek egemen düzenin- erkekleri yetiştiriyor.” belirlemenizin yaygınlaşabilmesi umudu, bana olduğu gibi eminim pek çok kadın okura da iyi gelmiş, kendilerini daha güçlü hissetmişlerdir. Eğitimli eğitimsiz birçok erkek, erkek egemen düzenden rahatsız olmuyor ancak siz bunu onaylamamakla kalmayıp şiddetle karşı çıkıyorsunuz. Erkek egemen düzenin nimetlerinden yararlanmak yerine sizi kadınların yanında yer almaya iten duygu ve düşünceleri biraz açabilir misiniz?
Üstün Dökmen: Öncelikle kadın haklarından yana olan tavrımı fark ettiğiniz ve övdüğünüz için size teşekkür ediyorum. Niçin kadınların yanında yer aldığım konusundaki sorunuza üç madde ile cevap vermek isterim. Bunlardan birincisi akılcıdır, diğer ikisi duygusaldır.
a) Cumhuriyet’in yaşaması için kadın haklarını savunmamız, kadınların her yönden erkeklere eşit olduklarına inanmamız gereklidir. Atatürk 29 Ekim’deki Cumhuriyet’in ilanı şenliklerine balo koymuştur. Bu bir laf olsun nezaketi değildir. O Cumhuriyet’i kutlama şenliklerine baloyu tesadüfen koymamıştır. 19 Mayısı veya 23 Nisanı kutlarken balo şart değildir ancak Cumhuriyet’in yaşaması için balo gereklidir. Çünkü baloya üç erkek tek başına gidemez, yanlarında mutlaka birer kadın bulunması gereklidir. Bunun anlamı şudur: Nüfusun yarısını yani kadınları yok sayarak, onları eve kapatarak demokrasiyi, cumhuriyeti yaşatamayız. Atatürk, balonun yanı sıra bilinçli bir tercihle bir kız çocuğunun, manevî kızı Ülkü’nün elinden tutup ciddi toplantılara gitmiştir. O bunu yapan ilk ve son liderdir. Ondan sonra dünyada hiçbir lider aynı davranışı tekrarlamamıştır. Niçin Ülkü, niçin bir kız çocuğu? Kız çocuklarına yeterince değer verilmeyen bir toplumsal ortamda kız çocuklarının değerini vurgulamak için yapmıştır bunu. O günlerde, hatta günümüzde, üç oğlu, iki kızı olan bazı babalara kaç çocuğu olduğunu sorduğunuzda sadece oğullarını sayarak üç çocuğum var, derler.
Atatürk küçük Ülkü’nün elinden boşuna tutmamıştır. Zaman içinde Ülkü büyümüş, Türkan Saylan olmuştur, Türkan Akyol olmuştur, Türkan Şoray olmuştur; Ülkü büyümüş Kadın Millî Voleybol takımımız olmuştur, ben olmuşumdur, siz değerli okurlarımız olmuşsunuzdur, Aygül Hanım olmuştur.
b) Bir şeye saygı duymak kitaplardan öğrenilmez, neye saygı duyacağımızı evlerde anne babalarımızı rol modeli alarak öğreniriz. Ben kadınlara saygı duymayı babamdan öğrendim. Anne öğretmendi ve avukattı. Babam ise bir dadaştı ve başarılı bir dökümcü ve heykeltıraştı. Babam hafta içinde anneme akşam sofrası kurdurmazdı, annem okuldan yorgun geliyor diye sofrayı o kurardı, yemeklerin ise bir kısmını o pişirirdi. Yemek ve sofra hafta sonları annemin işiydi.
c) Kadın haklarını savunmamın üçüncü nedeni kendimi ablama karşı borçlu hissetmemdir. O günlerde yapılan tüm tedavilere rağmen annemle babamın on altı yıl çocukları olmamış. Sonra annem ablama hamile kalmış. Ancak hekim sezaryen yapma konusunda tereddüt ettiği için ablam anne karnında boğularak ölmüş. Sezaryenle alındıktan sonra kundağa sarıp annemin yanına koymuşlar. Anneciğim onun çok güzel bir bebek olduğunu, uyur gibi gözüktüğünü söylemişti. Yaşasaymış adını Semanur koyacaklarmış. Bu sıkıntılı doğumdan kısa süre sonra annem yine hamile kalmış, bu sefer başka bir doktora Prof. Ziya Üstün’e gitmişler. Hamileliğinin son gününde annem bebeğin yani benim hareketlerimin azaldığını fark edip babama, “Salih bu da ölecek, hemen sezaryen yapsın doktor” demiş. Üstün hoca sezaryen yapmış, ben doğmuşum ancak annemin vücut yapısından kaynaklanan sorundan ötürü kanaması durmamış, doktor rahmi almaya karar vermiş. Doğru veya yanlış ben şuna inanıyorum: Eğer ilk doktor zamanında sezaryen yapsaydı ablam yaşayacaktı fakat doktor annemin rahmini almak zorunda kalacaktı, ben doğmayacaktım. Sonuçta ablamın ölmesi benim doğmama vesile oldu. O öldü, ben varım. Bu yüzden, mantıklı veya mantıksız, bilinçaltımda kendimi ablama karşı borçlu hissediyorum. Ablam için bir şey yapmam mümkün değil fakat bütün kız çocukları, bütün kadınlar için bir şeyler yapmaya, onları korumaya, yaşatmaya çabalıyorum kendimce. Kadın haklarını savunmamın altında bilinçli olmadan bu neden yatıyor bence. Şu an gecenin 04.15’i, ağlıyorum.

Aygül Aydoğdu: Palandöken‘de sadece sizin biyografinizi, sizin köklerinizi değil ülkemizin de sosyolojik, ekonomik, politik, kültürel, sanatsal vb. gibi çok geniş açılardan ele alınmış geçmişten günümüze uzanan biyografisini, tarihini görüyoruz. Edip Cansever bir şiirinde “İnsan yaşadığı yere benzer/O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer” diyor. Toplum olarak yaşadığımız yere mi benziyoruz, yaşadığımız yeri kendimize mi benzetiyoruz? Ne dersiniz?
Üstün Dökmen: Cevap her ikisi de. İnsan hem yaşadığı yere benzer, hem de yaşadığı yeri kendisine benzetir. Özellikle akıllı ve dürüst insanlar yaşadıkları coğrafyayı istismar etmezler, abat ederler, geliştirirler.
Çocuklar şüphesiz ki genetik açıdan, fiziksel açıdan ve huy açısından anne babalarına benzerler. Fakat büyüdükçe biraz olsun anne babalarını da kendilerine benzetirler yani anne babalar çocuklarından esinlenirler, onları örnek alırlar, bazen de çocukları onlara destek olur. Anadolu’da konuştuğum pek çok genç erkek bana, “Elime biraz para geçsin anama ev alacağım” demiştir. Niçin? Çünkü bu gençler annelerinin ezildiğini üzülerek görürler, onları biraz olsun rahatlatmak isterler. Bunu neden isterler? Çünkü isterler.
Aygül Aydoğdu: Söyleşiyi sonlandırırken yazdığınız bunca eserle ilgili ne sorsam eksik kalacağını biliyorum hocam. Son olarak eklemek, belirtmek istediğiniz bir şey var mı diye sormak istiyorum.
Üstün Dökmen: Değerli hocam, yok, kendimi şu an yorgun hissediyorum. Bu yorgunluk galiba geçmişin ve günümüzün yükünden kaynaklanıyor. Yarınların aydınlık olmasını diliyorum. Saygılarımla…
.

Aygül Aydoğdu’nun Diğer Söyleşileri
Çağın Özbilgi’yle Söyleşi
Yusuf Nazım’la Söyleşi
Toprak Işık’la Söyleşi