Saray’dan Taşraya İstanbul Kadınlığım

12 Mayıs 2023

NERMİN KÜÇÜKCEYLAN

“Kadın olgusuyla birlikte yazar; olumsuzca değişen, çirkinleşen, yabancılaşan, kendi insanını azınlıklaştıran İstanbul panoramasını işliyor.”

Öykü, roman, anı yazarı, araştırmacı Tansu Bele’nin ailesinin anılarından yola çıkarak kurguladığı Saray’dan Taşraya İstanbul Kadınlığım adlı yapıtı, otobiyografik roman özelliği taşıyor.

Yazar, romanında iki tür anlatıcı ve bakış açısı kullanıyor: Birincisi kahraman/ben bakış açısı, birinci tekil anlatıcı. Roman bu bakış açısıyla başlıyor.

… Dün gece yine o karanlık düşü görürken uyandım.

İkinci bakış açısı ise gözlemci bakış açısı, üçüncü tekil kişi kullanımı. Yazar, bunu babaannesi Dirayet’in anlattıklarını ve tarihi olayları aktarırken kullanıyor.

… Valide Sultan dairesi, Hünkâr dairesi yönünde ikisi bahçeye bakan dört odayla bir hamamdan oluşmaktaydı. Kadınefendilerle ikballerin biri deniz, öbürü bahçe yönünde ikişer odaları vardı. Harem sofasının deniz ve bahçe yönünde ortaya gelen direkli, setli sofaları gerilerinden kapanıp ikballere alt üst odalar yapılmıştı. Dirayetle Şehriyâr da bundan böyle İkbal olacaklardı. Her ikisi de padişahlığı kısa süren Abdülaziz’in değerli eşi ikinci Kadınefendi Edadil Sultan’ın oğlu şehzade Mahmut Celâlettin Efendiyle Başkadınefendi Dürrinev Sultan’ın çocukları Yusuf İzzettin Efendi ve Saliha Sultan’a oyun arkadaşı olarak alınmışlardı saraya… Abdülaziz kuşkulu biçimde öldükten sonra yerine geçen amcası Abdülmecid’in oğlu ve kendi yeğeni II. Abdülhamit, onun eşlerine ve çocuklarına dokunmamıştı. Onlar yine saraydaki yaşamlarını sürdürüyorlardı. Abdülaziz’in ölümünden sonra dört ay padişahlık yapan ama akıl hastası olduğu için tahttan indirilip Çırağan Sarayı’nda bir odaya hapsedilen, Abdülhamit’in ağabeyi V. Murat’la birlikte… Yıl 1878’di ve Çırağan Sarayı’na Genç Osmanlılardan Ali Suavi’nin gerçekleştirdiği baskın henüz atlatılmıştı. Yirmi üç devrimcinin öldürüldüğü bu baskından sonra sarayda hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Roman 318. sayfaya kadar iki bakış açısıyla sürdürülürken buraya gelindiğinde okuyucu, önce “Olay zincirinde bir değişim var ya da ben kişileri karıştırdım.” diye düşünürken kahraman bakış açısının yazardan annesine ağdığının ayrımına varıyor.

… O Hayriye despotu ne yaparsa yapsın şimdi. Benim özgürlüğümü de kısıtlayabileceğini sanıyorsa çok yanılır. Kız kardeşlerini kıskanıp güdümüne almakla kadınları özgürleştirdiğine mi inanıyor? Hıh! Kıskançlığın adını “iyilik” koymuş, annemin evini yıkmakla yaptığı kötülüğü, bizlere iyilik yaparak örteceğini sanıyor! Annemin ölümüne neden oldu, ben nasıl onu bağışlarım?

Yazar; böyle farklı, özgün bir kullanımı neden seçmiş olabilir? Yazar, annesini konuşturarak onun duygularına aracı olmaktan kurtulurken annesinin ilgisizliğini, onu görmezden gelişini, ona tepeden bakışını dolaysız vermiş oluyor. Okuyucunun romanın bütününde fark ettiği, yazarla annesi arasındaki uzaklık, dünya görüşlerindeki farklılık iyice ete kemiğe bürünüyor. Sayfa 329’da yine annesinin kendisiyle ilgili düşüncelerini onun ağzından vererek annesine bir tür itirafta bulundurtuyor.

… Kızım Gülsen, Güzel Sanatlar Akademisini bitirip evlenecek ve çekip Almanya’ya gidecek, Filizse… Üniversite yıllarında sağ-sol çatışmaları içinde başı döne döne, dahası bir solcu ve Kürt köylü gencin elinde oyuncak olmuş, hastalanacak, yatağa düşecek… Ah benim ne yaptığını ne ettiğini hiç bilmeyen kızım Filiz! Babasının sürekli kitap okumaya, solculuğa alıştırdığı, sanki bir erkek çocukmuş gibi yetiştirmeye çalıştığı Filiz! Ablasının sürekli başarıları, görkemli evliliği ile gölgelenen, zaten benim de “aptal!” deyip de hiçbir değer vermediğim, bir kıyıya ittiğim, büyüyüp genç kız bile olduğunu göremediğim Filiz! O bir gölge gibi yaşayacak evimizde, kitaplarının ve hayallerinin arasında, okulda da pek başarılı olamayacak. Bense onu çoğu zaman görmeyeceğim bile. Ta ki ailemize hiç uygun düşmeyen o köylüyü alıp erkek arkadaşı diye eve getirene dek!

Filiz (yazar); solcu, köylü ve Kürt olan Metin’e yönelerek bilinçaltında annesinden öç alıyor aslında.

 Roman, tarih ve anılardan yararlanılarak kurgulanmış. Tarihi gerçekler korunurken ayrıntılarda kurgu oluşturulmuş.

Romandaki zaman; yalnızca 2000’li yıllardaki bir haftayı içerirken anılarla gidilen zaman, bir burgaç gibi 93 Harbi diye bilinen 1876 Osmanlı Rus Savaşına dek varıyor. Aşağı yukarı 150 yıllık bir tarih söz konusu olunca büyük değişimlerin, çalkantıların toplumdaki yansımalarını görüyoruz romanda.

 Meşrutiyetler, savaşlar, yenilgiler, Osmanlı’nın çöküşü… Ardından milli mücadele, cumhuriyetin ilanı, devrimler… Yüzlerin güldüğü tek dönem Atatürk dönemi… Ardından karşı devrimler, ülkenin, değerlerin talanı… Romanda en değişmeyen olgu, kadının ezilmişliği… Kanunlar ne denli değişirse değişsin gelenek-göreneklerin kadın üzerindeki değişmezliği anlatılıyor.

Romanda yazarın anılardan yola çıkarak anlattığı soyuyla ilgili uzak geçmiş; kahramanın rüya, hayal gelgitleriyle veriliyor. Bilinç akışıyla yazar unutamadığı, yaşamının her anını etkileyen sevgilisi Metin’le yaşadıklarına gidiyor. Burada onu derinden sarsan, hastalandıran aldatış… Aldığı eğitime, solculuğuna rağmen geleneklerin kıskacından kurtulamayan Metin, romanın kahramanı yazarın yaşamı boyunca vazgeçemediği, unutamadığı aşkı olarak kalıyor. Yazar, sevgilisini terk etse de onunla yaşadığı güzel anlar, canlılığını koruyor.

Metin’le kaybettiklerini kızının babası Serkan’da bulamayan yazar; aşksız, ev hapsine çevrilmiş, kızıyla birlikte şiddet gördüğü evliliğine son veriyor ama yine evliliğin kaybeden tarafı da o oluyor.

Romanda yazılı tarih (siyasi, sosyal, edebi), anılarla renklenmiş, ilginçleşmiş. Anlatımda akıcılıkla, merak unsurlarıyla gelişen bir öğreticilik söz konusu.

…Yıldız Sarayı’na bağlı Çırağan’da devşirme kızlar artık eskisi gibi havuzlarda padişahlarca seyredilmiyorlardı. O dönemler çok eskilerde kalmıştı. Köle ve kadın pazarları da 1850’lerde kapatılmıştı ama aileler kız çocuklarını saraya kendileri getirip veriyorlardı. Bu kız çocukları uygun yaşa ve düzeye geldiklerinde şehzadelerle arkadaşlık yapıyor, onlara, “kadınlara nasıl davranılması ve kibar olunması” konusunda yol gösteriyorlardı. Kesinlikle “yatak arkadaşı” değillerdi. Küçük şehzadelerin “oyun arkadaşı”, kız arkadaşlarıydılar. Bu, sarayda çok dikkat edilen bir kuraldı. Şehzadeler, bir kadına davranış biçimlerini kız arkadaşlarından öğrenirlerdi. Kimi zaman da şehzadelerden büyük olurlardı. Onlara görgüyü, saygıyı gösterirlerdi. Şehzadeler de onlara saygı gösterirler baş kadınefendilerin izni olmadan onları ve hiçbir kızı “yatak arkadaşı” seçemezlerdi. Çünkü bu genç kızlar hizmetle görevli cariyeydiler. Kadınefendilerin sözünden çıkamazlardı.

Kadın olgusuyla birlikte yazar; olumsuzca değişen, çirkinleşen, yabancılaşan, kendi insanını azınlıklaştıran İstanbul panoramasını işliyor. Sanırım kadının ezilmişliği denli yüreği kanıyor burada yazarın. Kültür yozlaşmasını ve insanların aynı kentte birbirleriyle anlaşamamalarını şu tümcelerle anlatıyor:

… Bu semtin sokaklarına da, insanlarına da öyle yabancıyım ki onlarla konuşmayı bile beceremiyorum. Anadolu kasabalarından, köylerinden buralara akın etmiş, gelip yerleşmiş bu insanların dilini bile anlamıyorum onlar da benimkini… Sanki konuştuğumuz dil ortak değilmiş, Türkçeden başka bir dilmiş gibi ayrı tellerden çalan bir havadayız bir türlü anlaşamıyoruz. Birbirimize öylesine yabancıyız çevremdekilerin de beni yadırgadıkları ortada.

Kendi kentinde, kendini o kadar yabancı görüyor ki Kafka’nın böceğe dönüşen roman kişisiyle özdeşleştiğini düşünüyor.

… Ben Gregor Samsa’yım: Evden çıkıp o taşralı insanlarla dolu yerlere gidemem. İnsanların arasında, tıpkı yaşlı bir semender ya da Gregor Samsa gibi dolaşamam. Bana gülerler sonra. Yabancısın sen, derler.  Biz değiliz, sensin yabancı artık. Bu kente de, buradaki yaşama da, evine de, ailene de. Öyle diyecekler, biliyorum …

Azınlıkta kalan İstanbullu söz konusu burada.

… Konuşmasını bile unutmuşsun sen, diyecekler, bizim güzel Türkçemizi bilmiyorsun, biz kaba, yanlışlarla dolu ama halis Anadolu Türkçesi konuşuyoruz, sen bambaşka bir dil konuşuyorsun. incelikli mincelikli İstanbul Türkçesi! …

Yazar, İstanbul’un değişiminden (kültürel, sosyal yozlaşmasından) çok rahatsız. Ülkenin genel havasına üzülüyor, hayıflanıyor; bu onda bir yorgunluk, bıkkınlık oluşturuyor. Bu durumu romanın sonuna dek görüyoruz. Ta ki küçücük bir olayın onun uyanmasını, savaşım için güç bulmasını ateşleyene dek…

Roman 19 bölümden oluşuyor. Bölümlerdeki alt başlıklarda, anlatılan kişinin özelliği dikkate alınıyor. “Yaralı çınar” imgesini yazar, soyağacı için kullanıyor. Aile bireyleri bu yaralı çınarın yaprakları olarak imgeleniyor: Düşen Yaprak Şehriyar, Ayrıksı Yaprak Hayriye, Solgun Yaprak Lütfiye, Narin Yaprak Nigâr, İlk Yaprak Dirayet, Son Yaprak Zeki.

Yaprakların dışında adlandırılan alt başlıklar, yazarın yaşamının izdüşümlerini imliyor: Geçmişim Sığınağımdır, Karanlıkta Başıboş Gölgeler, Yetmez mi?…

“Yaralı çınar” imgesi soyağacı dışında çürümüş, kokuşmuş, irin dolmuş bir İstanbul için de kullanılıyor zaman zaman.

 … Sen de ben de yazboz tahtasına döndük artık kentim.

… İnsan yığınları peş peşe, peş peşe akıyorlar kente her yerden, aklımın aynasında yüzler ve aşklar birbirine dolanıyor, birbirini silen yok eden gölgeler…

İstanbul da ben de çürüdük, tarih çürüdü, yemyeşil koruluklar, köşklerin bahçeleri, bülbül sesleri ve aşklar, duygular darmadağın, onlar artık salt güdüsel bir cinselliğe bulanmış, ormanların ve ayın yürek soluğu kesilmiş, denizse bulanık, güvenilmez bir gece, bir bilinmez yaratık şimdi, tıpkı kente akan insanların yüzleri gibi karanlık, kirli ve ürkünç!

… Kişiliğini yitirmiş kentimsin sen, benim gibi; korkuyorum artık anlamsızlaşmış gürültülerinden, erkeklerinden, kadınlarından, anlayamadığım, bana yabancılaşmış dilinden, dönekleşmiş ve satılmış aydınlarından, solcularından ve sağcılarından; şimdi artık geçmişten geleceğe evrilirken bugün içine düştüğün bu karanlık açmazdan çok korkuyorum.

… Yitip gitmiş bir asr-ı saadet”i ağzında sakız gibi çiğneyen, kendine göstermelik bir paravan yapan, gerçekte onu bilinçsizce sömürüp tüketerek Cumhuriyetin ayak izlerini silmeye çalışan ve onun akıl tartısının yerine geçen Jakobenlik” ve toplum mühendisliği karalamaları, Siyonizm paranoyaları sarsıyor aklımın zaman aynasını.

… Kente çöken uyuşturucu öcüleri, sokak çetelerinin ellerinde ölen kimsesiz çocuklar, içkili lokanta baskınları nasıl bir çürümenin habercileri? Tarikatlara teslim olmuş varoşlar, Beyoğlu barlarında Beyazıt Meydanı’nı, sol yumruklarını, Cumhuriyeti ve kendilerini satan dönek solcular, Bağdat Caddesi’nde kol gezen küresel ve postmodern tüketim çılgınlığının sağcı zenginleri, mafya ağaları hangi İstanbul’un geleceğe açılan göstergeleri?..

Ah benim kentim, ah ben! Ah benim dönek sevgililerim; solculuktan dönen köylü Metin’im, Anadolu çocuğum ve ardından Cumhuriyeti satan, Kuvvacı torunu kentli Serkan’ım, İstanbul çocuğum; ah benim kadınlığımın toplum ve kimlik mühendisleri, kentime ve bana ne yaptınız? Gerçekte ülkemin geleceğine…

 İstanbul’un dünü ve yarını, gerçekte ülkemin bugünüdür! Bugünü haykıran yaralı bir çınardır o! Anaların, kadınların yaralı sesleri… Ey benim geçmişimin sığınaklarında, genlerimin gerçekliklerinde, köklerimin sürgünlerinde, ruhumun derinliklerinde ve yarınımda devinen anneannemin, babaannemin ve dedelerimin yüzü yaralı çınar, bu kentin aynasından yansıyan, şimdi ülkenin bugününü yansıtan karmaşaya daha ne kadar, nasıl dayanabilirsin sen ve beni ayakta tutabilirsin?

 Sayfa 238 ve 239’dan aldığım bu bölümler, romanın eleştirel yapısını da ortaya koyuyor. Tümceler uzun olmakla birlikte şiirsellik barındırıyor. Bu şiirsellikte duygular, öylesine içten, öylesine gönülden çıkmış ki gönüllere ulaşabilecek güce erişmiş.

Roman başlangıcındaki betimlemeler; uzun ve biraz da yapay, zorlama benzetmelerden oluşmuş:

 “Mart ayının tıpkı kimliği belirsiz bir terörist bıçağı gibi keskin, nerede vuracağı belli olmayan, acımasız varoş soğuğu evin içini nasıl da ele geçirmiş.”

Mavi kadifesinin rengini, ışığını çoktan yitirip havı dökülmüş, bacakları çarpılmış, eski köşk artığı koltuklara dönüşmüş İstanbul.”

“Soğuğu insanın elini kolunu bağlayan, asma kilit gibi boynuna asılıp dilini damağını kurutan türden bir tedirgin gece…”

Bunların yanında başarılı, etkili, özgün; güzel benzetmeler, deyim aktarmaları da söz konusu:

…aklımın zaman aynası, bedenim uykumun boşalttığı çuval, kulaklarım dilsiz, iyiliksever kız kardeş (uyku için)… “

Sonuç olarak yazılış amacına ulaşmış, başarılı bir roman Saraydan Taşraya İstanbul Kadınlığım.

__________

Tansu Bele, Saraydan Taşraya İstanbul Kadınlığım, Aya Kitap, 2012.

__________

Not: Kitaptan yapılan alıntılarda metnin özgün biçimine bağlı kalınmıştır.