27 Temmuz 2024
Söyleşi: Bizim Çağ Edebiyat

Pelin Güneş, 1974 yılında Ankara’da doğdu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetim Bölümünü bitirdikten sonra bir süre özel bir bankada çalıştı. 2003 yılında katıldığı bir edebiyat yarışması sayesinde çocuk edebiyatı alanına yöneldi. Yazmak, çizmek, el sanatları ve güzel sanatlara hayatı boyunca ilgi duyan yazar, o gün bugündür çocuk kitapları yazıyor.
“Ah, keşke çocukların gönlünden geçtiği gibi bir dünya sunabilseydik hepsine.”

Bizim Çağ Edebiyat: Plasebo Etkisi, okurunuzla buluşan son kitabınız. Kitaba geçmeden önce Pelin Güneş’in yazma sürecinin nasıl geliştiğinden söz edebilir miyiz?
Pelin Güneş: Bir konu bulayım diye planlı bir arayışım olmuyor. Hayatın akışı içerisinde beliren gündelik olaylar, sokaktaki, mahalledeki, şehir, ülke hatta dünyadaki gündem, bunun aile, çocuk, okul, yaşam üzerine etkileri, bazen bir belgesel ya da filmin bende bıraktığı iz, bazen otobüste yan koltukta oturan anne-oğulun sohbeti hikayelerime kaynaklık edebiliyor.
Buralardan cımbızlanan fikirler, diyaloglar, şaşırtıcı ya da gülünç, belki hüzünlü durumlar öyküye hazırlık kısmını oluşturuyor. Ben bu hüzünden, bu mizahtan ya da tespitten nerelere gidebilirim’i düşünmeye başlıyorum. Önce karakterler sonra mekan, zaman, yavaş yavaş öykünün çatısı belirmeye başlıyor. Hepsi anlamlı bir sonla bitecek değil elbet ama anlamlı bir son arayışı hep oluyor nedense. Belki de çocuklara yazdığımdan ve onların da böyle bir beklentileri olduğundandır, tamamlanmışlık hissini seviyor çocuklar. Bu süreçte zorlandığım kısımlar daha çok teknik bilgilerde oluyor. Öyle çabuk değişen bir dünyadayız ki bizim biriktirdiğimiz yaşam nesneleri ve alışkanlıkları hızla kaybolmaya başladı (radyo tiyatrosu dinlemek, sokaklarda aylaklık etmek, duvar üstlerinde çekirdek çitlemek, komşu teyzelerin günlerinde sohbete kulak kesilmek, denize bakıp çay içmekten çok mutlu olmak vs.) Sizi oluşturan değer ve alışkanlıklar silikleşiyor, yeni dünyanın yeni kültürünü öyküye yedirmeye çalışmak, üstüne çocuk okuyucu için bir de bilgisayar oyunlarını, sosyal medyayı, kısaca onların doğduğu dünyayı takip etmek benim için ne yalan söyleyeyim giderek zorlaşıyor.
B. Ç. Edebiyat: “Plasebo etkisi” üzerinde duralım isteriz. Kitabınızın kahramanı Tuna’nın 7. sınıf öğrencisi olmasından hareketle kitabın ilk gençlik çağındaki okurlar için kaleme alındığını düşünerek sormak istiyoruz: Neden plasebo etkisi? Bunun yaşamınızda yeri olan/önemsediğiniz bir kavram olduğunu düşünebilir miyiz? Esinlendiğiniz bir olay ya da kişiler söz konusu mu? Kendi hayatınızda plasebo etkisini deneyimlediğiniz anılarınız var mı? Bu deneyimler kitabınızı nasıl etkiledi?
P. Güneş: “Plasebo etkisini yaşadım mı, neden plasebo?” diye soruyorsunuz. Belki de bir maskeleme olayıdır plasebo ile tanımlamaya çalıştığım. Gerçek sorunun, derdin, hastalığın kökenine inmeden, anlık yatıştırıcılarla işi götürmek, hayata devam etmek. Tam anlamıyla bu demek istediğim: yatıştırıcılar. Çeşit çeşit. Bu yazıyı okuyan herkesin aklına en az iki üç tane gelmiştir. Haksızlıklar karşısında öfke ve isyanı bastırabilmemiz için tavsiye edilen pek çok sakinleştirici var, sosyal medya araçları da bunlardan biri. Tabii ki benim de başımdan geçti. Çocuklarımın ortaokul dönemlerinde, çocukların gerçek dertlerinin rehberlik servislerinin kapılarından giremediğine çok şahit oldum. Sınıf içinde yaşanan zorbalıkların hasıraltı edilmesi, velilerle her şey yolunda konuşmalarının yapılması. İlk önce gülümseme maskenizi takın deniyor ya, algı dersleri verilen kurslarda. Alın size ilk plasebo.
Tuna’nın okul hayatında, apartman komşularıyla, ailesi ile olan ilişkilerinde, sanal alışverişi ile birlikte gelişen olaylarda, yer yer rastlıyoruz bu yüzeysel çözüm yollarına. Tuna annesini neşelendirip oyalamak için internetten bir hediye alıyor. Ancak hediye sanal; “Bir goril yavrusunun gönüllü anneliği.” Kadın, yavru hayvanın bakım sorumluluğunu almayacak, tek yapması gereken ayda 30 dolar ödemek. Karşılığında, Afrika’dan gelen foto ve videolarla eğlenecek. Bu durum öyküdeki bazı karakterler için şahane ve alkışlanacak bir olayken, bazıları için de akıl karışıklığı ve soru işaretleri ile dolu. Özellikle Murat’ın dedesi (mekanik aletler yaparak engelli hayvanlara yardım ediyor) anlam veremiyor bu uzaktan yardım tipi anneliğe.
B. Ç. Edebiyat: Kitabın ana kahramanı Tuna gibi görünse de olayların akışını yönlendiren asıl karakterin annesi olduğu söylenebilir. Kanser hastası anne, zor bir süreçten geçiyor. Neşeli, coşkulu biri değil. Çoğu zaman başı ağrıyor, uyanık bile olsa evde gürültü istemiyor. Gece boyunca koltuğuna uzanıp kitap okuyor. Oğlunun onu mutlu etmek için aldığı armağanı kırıcı bir tepkiyle karşılıyor. Hayatına bir yaşam koçu girdikten sonra ise karşımıza bambaşka bir kadın olarak çıkıyor. Okurlarınızın bu anne karakteriyle bağ kurmakta zorlanacağını düşündüm. Anneler kitapların sevilen karakterleridir ama sanırım okurunuz bu anneyi sevmekte zorlanacaktır. Bu noktada okurlarınız neyi/neleri gözden kaçırmamalıdır?
P. Güneş: Anneler, babalar, arkadaşlar, zaman zaman alışıldık ve süregelen hayatlarında değişiklik yaşarlar. Bildik, kanıksanmış rollerinin dışına çıktıkları da olur. Ağır hastalıklar, sıkıntılar, kazalar buna sebep olabilir. Tuna annesinin bir süredir neşeli, coşkulu, sevecen olmadığını söylüyor ama ilerleyen sayfalarda hastalıkla ilgili detayları öğreniyoruz zaten. Bence kitapların, öykülerin en can alıcı noktaları da bu değişimleri okuyucunun gözünde mantıklı bir yere oturtabilmek. Tuna’nın annesi durduk yerde endişeli, sıkıntılı bir ruh haline bürünmüyor. Anneliğinin, eş ve iş kadını olma durumunun ötesinde o bir insan ve insan fizyolojisi ve psikolojisi en basit tabirle bazen dağılabilir. Öykülerimde örnek, kutsal, özenilesi, bilge vs. karakterler yaratmaktan hep kaçınırım. Eğrisi ile doğrusu ile olanı verip çocuğa yorum fırsatı tanınmalı diye düşünüyorum.
“Bence anne şöyle olmalı”/ “hayır katılmıyorum. İlle de anne oldu diye şöyle olmak zorunda değil”/ “Ama o zaman anneliği seçmeseydi”/ “ama insan zamanla değişir” vs vs…bu tür diyaloglaırn döndüğü sınıf içi sohbetlere bayılıyorum.
B. Ç. Edebiyat: “Hayvanların koruyucu ailesi olmak” doğrusu bizim kulağımıza hoş geldi. İklim değişikliğine bağlı olarak bozulan ekosistem hayvanların yaşam alanlarını daraltmış, yaşamlarını sürdürmelerini zorlaştırmıştır. Altından bir dolandırıcılık hikayesine çıkmasına üzüldük. Bunun okurlarınızı da düş kırıklığına uğratabileceğini düşündük. Yapılmak istenen eylem onaylanıp yöntem eleştirilse olmaz mıydı demekten kendimizi alamadık. Ne dersiniz?
P. Güneş: Çok doğru. İklim değişikliğinin bu boyutlara gelmesinde dolaylı olarak insanoğlunun rolü büyük. Peki düzeltmeye çalışmakta radikal adımlar atıyor mu? Hayır. Yani kendi yarattığı güç durumu, yine kendince (kolay) çözümlerle halletmeye çalışıyor. Sanal annelik aslında bu duruma gönderme yapan sıradan bir örnek.
Bu yöntem işe yarar mıydı? Evet, isteseydim sistemi gayet güzel yürütür, olumlar hatta kitabın sonunda sizler de annenize böyle bir hediye alın, derdim.
Ama gerçek hayatta işe yarayıp yaramadığını sorgulamıyoruz bile. Bu tür saadet zincirlerinin artık gelişen(!) teknoloji sayesinde bir iki programla ve hızlıca kotarıldığını biliyoruz.
İşlerimiz bizi yormasın, üzmesin, sıkmasın, kolay olsun, çabuk bitsin, hızlı yapılsın, evden yapılsın, zaman kalsın… son on yıldır en çok duyduğumuz sloganlar. Bütün bu kolay, çabuk ve hızlı yaşamın eninde sonunda defektlerinin ortaya çıkacağı bal gibi biliniyordu.
Gönüllü annelik ya da kitaptaki gibi sanal annelik kavramı üzerine konuşacağımız zamanlar yakındır. İnsanın vicdani, manevi taraflarını beslemeye ihtiyacı var, bu eksik kaldığında, çağımızın en büyük sorunlarından biri olan derin mutsuzlukla uğraşıyoruz. Bu yüzden de kendini daha iyi hissetmek için (gerçek anlamda kaygılanmaktan uzak) yardım eden ve insani ödevimi yaptım diyerek huzura eren pek çok insan var. Alın size bir plasebo daha…
Kitabın sonunda Uganda gezisi var biliyorsunuz. Orada ne demek istediğim daha net anlaşılıyor.
Çocuklar bu durumların ne kadar içinde olmalı sorusuna gelince, bu konuda eğitimci bakışınıza katılıyorum. Ah keşke onların gönlünden geçtiği gibi bir dünya sunabilseydik hepsine. Keşke…ama düş kırıklığı yaşamak/ yaşatmak istemiyorsak gerçekleri yavaş yavaş hatırlatmakta fayda olabilir.
B. Ç. Edebiyat: Türkçe öğretmeni Neslihan öğretmen dönem başında öğrencilerine bir okuma listesi dağıtıyor. “Bu yıl gerçek edebiyatla karşılaşacaksınız.” diyerek listedeki kitapları da övüyor. Daha ilk kitabı okurken Tuna’yı hafakanlar basıyor ve “İnsan okuyacağı kitabı ayakkabı, tişört, terlik seçebildiği gibi kendi seçmeli.” diye düşünüyor. Kitap, Tuna’nın dünyasına bir kapı araladığı için okur Tuna’nın yanında duruyor. “Biz de zorunlu okumalardan hoşlanmıyoruz.” diye yükselen öğrenci seslerini duyar gibi oluyoruz.
Tuna’yı en yakından tanıyan kişi olarak yazarına sormak isteriz: Okuyacağı kitabı seçmekle ayağına giyeceği ayakkabıyı, terliği seçmek aynı eylem mi? Seçim yapmak da belli bir yeterlilik istemez mi? Ayakabı alırken bu anlamda işiniz kolaydır. Markasını beğenir, rengini sever, ayağı içinde rahat eder; bir ayakkabıyı diğerine yeğler. Neslihan öğretmenin kitap seçerken bir ölçütü var: gerçek edebiyat. Tuna’nın gerçek edebiyatın önüne geçen ölçütü nedir? Çocukları kitaplardan uzaklaştıran en önemli nedenlerden biri çocukların yollarının iyi kitaplarla kesişememesi değil mi?
Tuna’nın öğretmenin seçtiği kitaptan okuduğu bölümün ardından söylediği sözlere dikkat edelim: “Alt tarafı karşıya geçtim diyecek. İçim şişti valla.” Oysa edebiyat tam da (alıntı yapılan) Ishiguro’nun Klara ile Güneş’te karşıya geçme eylemini anlatırken betimlediği cümlelerde var. Tuna 7. sınıf öğrencisi ve belli ki hâlâ “nitelikli” kabul edeceğimiz bir okur değil. Nitelikli okurlar nasıl yetişecek?
P. Güneş: Eskiden dediğiniz duruma yüzde yüz katılıyordum. Çocuklar iyi kitaplarla karşılaşmalı, gerekirse sınıfta okutulmalı, evlerde çalışmalar yapılmalı ta ki gerçek edebiyatın lezzetini keşfedene dek. Şimdi aklım çok karışık. Çocuk sürekli kendi sözünün dinlenmesini ister hale geldi. Ya da büyük şehirlerde böyle, genelleme yapmayayım. Karşınızda Tuna gibi hatta daha ukala tabir edebileceğimiz tarzda konuşan çocuk sayısı çığ gibi büyüyor. İşin garibi, aileler de bu durumu destekleyip alkışlıyor. Öğretmeni bile mat etti, yazar sustu kaldı, doktor ne diyeceğini bilemedi vs. bunlar artık gündelik hayatta bir övünç kaynağı gibi anlatılan durumlar. Tuna’nın bu çıkışı, bu kitabı okuyan yüzlerce çocuğun içinden geçen. Bu kez birine “iyi hadi yaz o zaman” demek istedim. Yine de büyük bir çabayla başından geçenleri yazdı ve bitirdi Tuna. Bir edebi değeri var mı, başarılı-başarısız denebilir mi o ayrı konu. Ama en azından bir günlük gibi yaşadıklarını yazmayı becerdi.
Burada “madem hiçbir şeyi beğenmiyorsunuz hadi siz deneyin o zaman, alın elinize kalemi” demek istedim. İnanın çoğu ilk sayfayı tamamlamadan bırakıyor yazdığı öyküyü, denemeyi vs. Tuna’nın bu işi sürdürebilmesi ancak böyle bir iddialaşma ile olurdu.
B. Ç. Edebiyat: Edebiyatın toplumsal değişim süreci üzerinde bir rolü olduğunu düşünüyor musunuz/nasıl bir rolü olduğunu düşünüyorsunuz? Bu konuda (yapıtlarınızla ilişkilendirerek) neler söylemek istersiniz?
P. Güneş: Edebiyatın toplumsal değişim üzerindeki etkisini sormuşsunuz. Moda deyimle, çaktırmadan yapar bu işi. Acı acı gülümseten tespitler, içinize alıvermek istediğiniz karakterler, acıtmayan ama fena irkilten tokatlar, saçlarınızın üzerinde dolaşan şefkatli eller gibidir iyi edebiyat. Acelesi yoktur, hızla işi yoktur, kapalı pencerelerinizi yavaşça aralayıp sonra da ardına dek açar. E daha ne olsun.
B. Ç. Edebiyat: Zaman ayırıp sorularımızı yanıtladığınız için teşekkür ederiz. Nice kitaplara diyerek sözü bitirelim.
.