TANER İSKENDER
30 Mayıs 2023
Pazar günlerini severim.
Çocuktum, babam bazı pazarları evde kalırdı. Babamım evde olduğu pazar günleri bizim, ikimizin etli ekmek günümüzdü. Cumartesi gününden babamın evde olacağını biliyorsam akşamı, babamın gelişini heyecanla, telaşla beklerdim. Babamın şapkasının siperliğinin altında yorgunluktan, uykusuzluktan kanlanmış gözleriyle, solgun yüzüyle başı hep önünde eğik, resmi kıyafetiyle sokağımıza girişini özlerdim. O gece sabaha dek pencereden yıldızları seyrederdim.
Babam makinistti. Çok konuşmazdı, anlatmazdı. Babam hep yol kokardı. Babaannem vardı, bütün sorularımı ona sorardım. Kangal’ı, Divriği’yi, Erzincan’ı, Samsun’u, gündüzleri güneşin, geceleri ayın altında parlayan rayları babaannemden öğrendim. Babaanne derdim, babam olmazsa tren kendi kendine gidemez mi?
Babaannemin çocukluğu İstanbul’da geçmiş. Orada ilkokulu, ortaokulu okumuş, sonrasında Sivas’a, memleketine gelin gitmiş. Dedemi erken yaşta kaybetmiş. Oğluyla, babamla bir başına kalmış. Kardeşlerinin yardımıyla evi ayakta tutmuş. Babam da ortaokuldan sonra okumamış. Bir akrabasının yardımıyla trenlerde çalışmaya başlamış. Askere gitmiş gelmiş. Demiryollarına işçi olarak girmiş.
Babaannem yumuşacık, etli parmaklarıyla saçlarımı okşar, tülbentinin kenarından yüzümü öper, ‘’Baban…’’ diye söze başlardı. ‘’Otobüste şoför neyse, uçakta pilot neyse, gemide kaptan neyse bir trende makinist de odur.’’
Annem, ben üç yaşındaymışım evi terk edip gittiğinde. Bütün bildiğim buydu. Niye gitti, nasıl gitti, nereye gitti, bilmiyordum. Bu konu evde hiç konuşulmazdı. Bütün çocuk sorularımı yutardım. Bizim evde anne, kullanılmayan bir kelimeydi. 23 Nisan’da sınıfı, okulu, okulun bahçesini sevmezdim. Şeker bayramında dağlara, kırlara kaçardım.
Pazarları erkenden uyanırdım. Babam da uyanmış, dinlenmiş olurdu. Yapacaklarımız, daha önce yaptıklarımızın bir tekrarıydı. Her şeyimiz ezberlenmişti. Konuşmazdık. Babam önde ben arkasında kapıdan çıkardık. Gölgesi gibiydim. Topuklarının lastiği erimiş yarı çamurlu ayakkabısının hissiz izlerini takip ederdim. Çarşı içindeki fırından etli ekmeklerimizi paket yaptırır, bir kahvehaneye geçerdik. Kenarda sakin bir masaya otururduk. Garson bizi bilirdi. Su bardağında çayla gelirdi. Babama bakardım. Başı hep öndeydi. Hiç konuşmadan, göz göze gelmeden etli ekmeklerimizi hızlı hızlı yerdik. Babam çayını höpürdeterek içerdi. Ben soğumasını beklerdim. Etli ekmeğimiz, çayımız bittiğinde geldiğimiz gibi babam önde ben arkasında eve dönerdik.
Sivas’ı, babamı, babaannemi kaybedeli yıllar oldu. Bir hatıralar yığını… İnsanın uzak kaldığı ne varsa bir zaman sonra yıkık, viran, yitik bir hale dönüşüyormuş. Pazar günleri hariç.
Ankara yatılı okul yılları, İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi, yüksek lisans derken ekonomik sıkıntılar ve uzun yıllar süren Bursa, Kocaeli ve İzmir iş hayatı. Yaşım elliyi geçeli epey oldu. Altmışa ramak kaldı.
İzmir’i sevdim. Fransız bir mukavva üretim fabrikasında alım satım bölümünde beş kişilik bir ekibiz. Bir odadayız. İnci Hanım’la masamız yan yana. On üç yıldır.
“İnci Hanım” diyorum “ben İzmir’e geç kalmışım.” İnci Hanım gülüyor, o hep güler. “İzmir’de geç kalmak diye bir söz yoktur.” der. Özlü sözlerindendir. Yine gülüyor. İnci Hanım da kırklı yaşları bitirmek üzere. “Elli diyelim artık.” diyor. Üniversiteyi burada okumuş, okulun kampüsünde yemek kuyruğunda tanıştığı diş hekimliğinde okuyan öğrenciyle okullar bitene kadar arkadaş olmuşlar, sonra da evlenmişler. Şimdi bir de kızı var, eczalıkta okuyor. O kadar rahat anlatıyor ki İnci Hanım, bu şehirdeki evlilikler hep böyle, bu kadar kolay oluyor fikrine kapılabilirsiniz. Ben hariç. Kapılmak bir hevesim değil hep bir derdim oldu benim.
Arada bana sormaktan da geri durmuyor ‘’Hâlâ yalnız mısınız?’’ diye. Benim ketumluğumu iyi biliyor. Bir başıma yaşayışımdaki gizemi çözmeye çalışıyor. Yıllardır hem de. Öğle aralarında, işlerin seyreldiği zamanlarda, çıkışlarda uğradığımız kafede çantamdan çıkarıp sığındığım kitapları sorar. Merak eder. Uzun Uzun anlattırır. Dinlemeyi sever. Bir kağıda not eder. Sonra bana döner, ‘’Sen yaşıyormuşsun.’’ der.
Bir gün öğle arasıydı. İnci Hanım “Yıllık izine ayrılıyorum.” dedi “On gün yokum.” İşyerinde de böyle uzun yıllık izinler pek alışılmış bir şey değildi. Güle güle dedik, gitti İnci Hanım. İşlerin de yoğun olmadığı zamanlar. Bahar aylarıydı. On gün sonra İnci Hanım çıkageldi. O gülen kadın değildi. Sarı saçlarını da kızıla boyatmıştı. Öğleye kadar hiç konuşmadık. Öğle arasında “Eşimle ayrıldık, böyle daha iyi olacağını düşündük.” dedi. Böyle durumlarda ne söylenir, onu da bilemedim. Belki de kendisine sarılmamı, ‘’Üzülmeyiniz İnci Hanım, siz yanlış kararlar almazsınız, o adam sizi daha çok arar ama bulamaz.’’ ya da ‘’Siz daha çok gençsiniz, hayat dolusunuz, seversiniz, sevilirsiniz.’’ dememi beklemiş olabilir. Ama kendi ilişkilerinde hiçbir şeyi başaramamış olan ben sadece ‘’İyi olur umarım’’ diyebildim.
Her zamanki gibi işe gidip geliyorduk. İnci Hanım da hemen yan masada çalışmasına devam ediyordu. Eskisi kadar olmasa da yeni yeni konuşmaya, gülmelere başlamıştı. Nasıl olduysa ben de anlayamadım, o gülmeleri fırsat mı bildim? “Neyse İnci Hanım” dedim ‘’böyle birdenbire ayrılık çok tuhaf oldu.’’ İnci Hanım dudağının kenarının tebessümüyle ‘’Vallahi akşam yemeği yiyorduk, ben ayrılmak istiyorum, sıkıldım.’’ dedi. ‘’Ufak tefek şeyler dışında hiçbir şeyimiz yoktu. Başka biri mi vardı, bilmiyorum. Söylemedi. Konuşmamız bu kadardı.’’ Sonra hazır laf açılmışken devam etti. ‘’Biliyor musun?’’ dedi, oturduğu sandalyeyi bana döndürerek ‘’Duruşmada hakimin tarafıma nafaka ödenmesiyle ilgili talebini reddettim. Sadece kızım bende kalsın, yeter.’’ dedim.
Pazar günüydü. Çocukluğumdaki gibi olsun istedim. Pide fırınına Sivas işi etli ekmek yaptırdım. Dilimlettim, kağıda sardırdım. “Baba” dedim “bak pazar günü, etli ekmek günümüz, sen yoksun ama hayalin hep bende. Kapıdan çıkışın, topuğunun altı erimiş yarı çamurlu ayakkabılarınla önüm sıra yürüyüşün… Benim bir gölgen gibi seni takip edişim… Baba yarın pazartesi, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü. Yarın yüreğimin en kuytu yerinde seni taşıyarak DEMİRYOLU işçileriyle yan yana olacağım, seninle, işçilerle, emekçilerle hep birlikte 1 MAYIS İŞÇİ MARŞI’nı söyleyeceğiz.”
Elimde etli ekmek paketiyle balıkçı barınağına geçtim. Sıraya geçtim, bir su bardağıyla çay aldım. Kenardaki pelikanları, ördekleri, martıları, kara kargaları görebileceğim bir masa buldum. Sandalyeyi çektim, tam oturuyordum ki bir kadın sesiyle öylece kaldım. Döndüm, İnci Hanım’dı. İsmimle bana sesleniyordu. Yanında bir erkek vardı. İri yarı, saçları hafif dökülmüş, az göbekli, tıraşsız bakımsız bir adamdı. Giyimine, kuşamına oldukça titiz İnci Hanım için şaşırmadım dersem yalan olur. Beni masasına çağırıyordu.
Uzaktan elimle selam verdim. Zoraki bir tebessümle gittim. Ayağa kalktılar. İnci Hanım beni yanındaki beyle tanıştırdı. “Arkadaşım Nuri.” dedi “Ben Nuriş diyorum.” Memnuniyetimi ifade ettim. Oturduk. İnci Hanım biraz beni anlattı. On üç yıldır bir odada yan yana birlikte çalışıyorduk. Benim nasıl koca bir şehirde bir başıma yaşadığımı, okuduğum öyküleri, şiirleri, romanları heyecanla, övgüyle anlattı. Sonra adama döndü. Adamın bir şirkette inşaat mühendisi olarak çalıştığını, artık emekli olduğunu, birlikte yaşamaya karar verdiklerini bir bir anlattı. Adamsa hiç kendisinden bahsediliyormuş gibi değildi, kara kıllı parmaklarını İnci Hanım’ın o klavyede gezinen incecik, narin parmakları arasında gezdiriyordu.
Bir ara İnci Hanım müsaade istedi. Masada adamla ikimiz kalmıştık. Ordan burdan konuşurken dedim “Yarın pazartesi, 1 Mayıs.” Adam hiç istifini bozmadan ilk gençlik yıllarını, Tariş’i, duvar yazılamalarını, okul işgallerini, çatışmaları, sorgulamaları, işkenceleri, cezaevlerini bir çırpıda nefes almadan anlattı. Ben konuşma arasında yarın Belediye’nin önünde oluruz, diyecektim fırsat bulamadım. Hızlı çıkmıştı. Nasıl devrimciymiş, bir süre onu anlattı. Ben anlatılacak bir şeyi olmayan biri olarak kaldım. Neyse ki İnci Hanım geldi. Kafamda yarının 1 Mayıs İşçi Bayramı olduğunu, Belediye’nin önünde birlikte olabileceğimizi söylemeyi tasarladım. “İnci Hanım” dedim “Yarın pazartesi.” “Evet tabii ki!“ dedi her zamanki gibi gülerek. Biz de aramızda konuştuk. “Yarın Nuriş’imle Foça’ya kahvaltıya gidiyoruz. Öyle değil mi Nurişçiğim?”
Nuriş parmaklarını bir örümcek gibi İnci Hanım’ın ellerinin üzerinde gezdirmeye devam ediyordu.
–
Taner İskender’in Diğer Yazıları
Yılmaz Güney’den Orhan Kemal’e Uzanan Yol