25 Aralık 2023

“İyi bir öykücü, birkaç kişiyi bir tencereye koyup kapağı kapayıp öyle ustaca sallamıştır ki artık bu nefis bileşim sadece bizim dilimizde değil başka dillerde de aynı tadı bırakacak bir üründür.”
Edebiyatın en eski ve güçlü efendisidir öykü. Ne tarihi destanlara benzer ne gizemli masallara. Ta Decameron öykülerinden Dede Korkut’tan bu yana sürer gelir ve geçmişin içinden süzülüp gelmiş bir damla iksir tadına ulaşır lezzeti. Temel özelliği kısa’lık olmasına karşın, edebiyatın birçok tadını kendinde toplar.
Binbir bitkinin şifasını içinde taşıyan bir tablet ilaç gibi, öykü de edebiyatın sağaltıcı etkisini özünde taşır.
Yazarın gördüğü, izlediği, bildiği sonra da birlikte yoğurduğu her şey, bir öykü olup gelir elimize.
Bazen sağaltır ruhumuzu, bazen uyandırır aklımızı.
Yazar, bir büyücü gibi kehanetleriyle ürpertir zihnimizi.
Bir kısa öykü, karanlık kuytulardan güneşli kırlara sürükleyip götürür bizi.
Edebiyatın gücü, öykü olup karışır hayatımıza.
Bir kısa öykü, bir şırınga dolusu şifa gibi yayılır damarımıza.
Etkisi ani, tadı keskindir ve bir kısa öykünün zamanı yoktur uzun tanımlara.
Yükte hafiftir, pahada ağır. Küçüktür ama değerli. Çok kolay kotarılmış gibi görünür ama günlerini almıştır ustasının belki aylarını.
İyi bir öykü, yazar ustalığının öyle bir ürünüdür ki bu küçücük çerçevenin içine her şey sığar ve söyledikleri, hayatı derinden kavrayabilmemize aracılık eder.
Öykü, dilsel ustalığın ve dile hâkimiyetin en gereksinildiği alandır kuşkusuz. Söyleyeceğini bir solukta söyleyivermek, sonuca en kısa sürede ulaşmak, yayılmamak, öndeki sayfalara güvenmemek, yazıyor olmanın hazzıyla masada sonsuz saatler harcamamak öykücünün olmazsa olmazlarıdır.
Öykücü, dili öyle hassas bir teraziyle tartar ki, malzeme ne artar dökülür ne taşar etrafa saçılır ne de eksik kalıp tadını kaçırır. Öykücü; sözcükleri öyle ölçer, cümleleri öyle biçer ki ortaya çıkan üründe ne noksanlık vardır ne bir fazlalık. Tam da gerektiği kadardır. Yekparedir, bütündür, yoğundur ama geçirgendir de öykü. Hani üstüne başka bir sos dökseniz aynı malzemeyle başka bir tada ulaşabilirsiniz. Bir öyküdeki bir cümleyi başka bir öyküye açabilirsiniz. Neşeyle başladığınız bir günü hüzünle bitirebilir, güzel bir aşkı bir faciaya dönüştürebilir, öykünüzdeki bir kapıdan başka bir iklime geçiş yapabilirsiniz, başka öykülerin ipuçlarını verirsiniz, yeni bir öykünün kapısını tıklatırsınız. Ama öykücü çoğunlukla o kapıyı açmaz çünkü her öykü tektir, bütündür, kendini tamamlamıştır ve öylece sunulmuştur yarına. İyi bir öykü çabuk ve kolay yazılıvermiş gibi görünür ama geride uzun çıraklık yıllarının masa başında tecrübeye dönüşmüş emeği vardır. Kısacık bir öykünün arkasında neredeyse bir ömürlük birikim ve gözlem saklıdır. Kısacık bir öyküdür ama yazarının bütün serüveninin, hayata ve insana ait bütün bilgisinin neredeyse özetidir.
Eğer bir öyküyü defalarca yazmamışsanız, onlarcasını yakıp ya da çiğ bırakıp çöpe atmamışsanız damağınızda o harika tadı bırakmaz.
Bir öykünün kişi sayısı bellidir, çatışma noktaları sınırlıdır ve daha ilk paragrafta anlarsınız onun iyi bir öykü olup olmadığını. Ya farkına bile varmadan bir anda okuyup bitirir, bir kez daha okumak için geri dönersiniz ya da ikinci paragrafa geçemezsiniz, boğazınıza takılır, yutamazsınız, ne okuduğunuzu anlayamazsınız.
İyi bir öykücü, birkaç kişiyi bir tencereye koyup kapağı kapayıp öyle ustaca sallamıştır ki artık bu nefis bileşim sadece bizim dilimizde değil başka dillerde de aynı tadı bırakacak bir üründür. Nerede, ne zaman ve hangi dilde okursanız okuyun bıkmazsınız, her seferinde başka bir tat alırsınız.
Aynı mürekkeple, aynı kalemle, aynı konuyu yazsa bile, her yazar farklı bir öykü sunar bize. Kimi içindeki acının altını çizer, kimi biraz mizah şekeri ekler öyküsüne, kimi biberli anılar. Bazıları içimizi yakar da bazıları yenmez tadından. Tortulaşır, kendi içine çöker, kolay kolay kurtulamazsınız anısından, kokusundan, sertleşip taşlaşan dokusundan. Vüsat O. Bener’in “Havva”sında son arzusu “baklava yemek’” olan ve baklava yiyerek ölen Havva’yı hatırlarsınız.
Her öykü, yazarın dünyasından izler taşıyarak ulaşır okura. Seçtiği sözcükler, sıfatlar, zarflar ona ait bir üslubu oluşturur. Bu malzemenin bir araya getirilmesindeki uyum, bir başka yazara benzemez.
Aynı malzemeyi alırsınız siz de geçersiniz mutfak tezgâhının başına. Nehir aynı nehir, ateş aynı ateş, mevsim aynı mevsim, şehir aynı şehir.
Ama her öykücünün kaleminin lezzeti, kâğıdının kokusu öykünün hamuruna farklı geçer. Aynı malzeme Halit Ziya’nın mutfağında farklı, Esendal’ın fırınında başka, Refik Halit’in ellerinde değişik pişer.
Pınar Kür’ün “Akışı Olmayan Sular”ı gibi, yoğun, Adalet Ağaoğlu’nun “Sessizliğin İlk Sesi” kadar suskun, Selim İleri’nin “Dostlukların Son Günü” kadar buruktur öykünün söyledikleri.
Halit Ziya Uşaklıgil’in “Mai Yalı”sından çıkıp gelir, Ömer Seyfettin’in “Gönen’inde soluklanır, Füruzan’ın “Benim Sinemalarım” da dolaşır öykü kişileri.
Hele de Sait Faik’in bir iki fırça darbesiyle çiziverdiği olağanüstü deniz insanları… Sait Faik’in onlara dokunuşu, “Sinağrit Baba” kadar bilge, “Dülger Balığı” kadar naiftir. “Semaver”in öyküleri bir bardak Türk çayı kadar bizdendir.
Haldun Taner “Yalıda Sabah”ı yazmasaydı, su kuşlarına ve denizdeki ekmek kavgasına böyle dikkatli bakar mıydık? Martıların oyununa bizi usulca ortak edip ustaca yoğuruverir insan karakterlerinin çeşitliliğini. Derin birikimini ve filozof kalemini bir bardak su berraklığında sunar okuruna.
Nedim Gürsel ve Demir Özlü, uzak iklimlerin farklı aromalarını öyküleştirir. Paris yalnızlıklarını, Stockholm ıssızlıklarını Türkçenin öyküsüne konu kılarlar. Nazlı Eray doğrusu egzotik tatların ustasıdır. Eray’ın fantastik öyküleri, rengârenk jöleli, hem buzlu hem alevli hem baharatlı hem şerbetli bir dille okuru heyecanlandırır. Bilge Karasu, Beyoğlu sokaklarında dolaşan bir hüzünlü yalnız çocuktur onun öykülerindeki soğuk ve kekremsi tat, Selim İleri’nin Cumartesi Yalnızlıkları’nı hatırlatır okura.
Türk öyküsünün usta ismi Osman Şahin, ilk kez öykü okuyanı bile bir edebiyat tutkunu kılar. Hem zengin işi sofralara konuk olur hem de taş fırında pişmiş ve tam kıvamında kızarmış köy ekmeği kıvamında avucunun içine alır okuru.
Fürüzan’ın “Parasız Yatılı”, Sevgi Soysal’ın “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu”, Pınar Kür’ün “Akışı Olmayan Sular”, Nezihe Meriç’in “Çisenti”, Adalet Ağaoğlu’nun “Yüksek Gerilim”, İnci Aral’ın “Ruhumu Öpmeyi Unuttun”, Yekta Kopan’ın “Bir de Baktım Yoksun”, Murathan Mungan’ın “Kadın Öyküleri” Türk öykücülüğünün önemli eserleridir. Onların öyküleri; ruhumuzu besler, aklımızı ışıklandırır, gözümüzü kamaştırır.
Ferit Edgü’nün “Çığlık”ında titreyerek, Sabahattin Ali’nin kahramanlarıyla tanışarak, Halikarnas Balıkçısı’nın yakamozlanan Ege’sine dalıp gitmek…
Memduh Şevket Esendal’dan Aziz Nesin’e, Muzaffer İzgü’den Erendiz Atasü’ye, Türkçenin öyküsünü okumak…
En az sözcükle çok şeyi söyleyebilen bir dil olan Türkçenin, öykünün karakteriyle nasıl örtüştüğünü fark etmektir öykü.
.

Çiğdem Ülker’in Diğer Yazıları
Her Yıl Yüzlerce Öykü