2 Mart 2024

Öykücü, başkalarının sevincine papatyalarla katılır; kendi çiçeğini sessizce, inceliklerle sular. Çünkü o; ateşin, suyun, acının, dağların ve yaşama sevincinin gezginidir.
Mağaralarda yaşarken resim çizme gereksinmesi duyan, hasat sırasında ilk iş türkülerini söyleyen insan, daha bu ilk adımları atarken bile toplumsal ilişkilerin pekiştirdiği bireysel algılamanın örneklerini vermiş; yağmurun, gök gürültüsünün, yıldırımın, şimşeğin, koca dağların, derin denizlerin, gür sularını döne döne akıtan ırmakların, gökyüzünün derinliğinde ışıyan uzak yıldızların, güneşin, ayın, fırtınaların, yer sarsıntılarının… şaşırtıcı gerçekliğinde korkuya düşmüş; sesini yükseltme, kendisi gibilerle bir araya gelme, en azından bir mağaraya sığınıp duygularını, düşüncelerini, gözlemlerini resim yaparak anlatma gereksinmesi duymuştur.
Günümüz insanının durumu ilk (ya da ilkel) insanın durumundan daha şaşırtıcı, giderek daha acı geliyor bana.
İnsan, uygarlaşma süreçlerinde doğayı büyük ölçüde ehlileştirip egemenliği altına almıştır. Oysa günümüz insanı, teknolojideki inanılmaz gelişmeler, iletişim ve dinleme aygıtlarının yatak odalarına kadar girmesi, egemen politik/ekonomik/askeri süreçlerin her ilişkiye ve her olguya burnunu sokması ve böylelikle yönlendirici olması karşısında kendini ve kimliğini yitirecek kertede aciz duruma düşmüştür. İnsanlar adeta kendi yarattığı canavarların kazdığı karanlık kuyularda çırpınmaktadır. Oysa günümüzün (çağımızın) kalabalık dünyasında hiç de yalnız değildir insan ve içinde devindiği karanlık kuyu asla ona uygun olamaz. Postmodern yaşam koşullarının ve biçimlerinin/dayatmaların yok etmekte olduğu çağdaş insanın uyanıp silkinmesi, kendini yeni baştan donatarak oluşturması, toplumsal bilinç kazanırken bireysel kimliğine de yeniden kavuşması gerekmektedir.
Öykü türü, işte bu durumdaki çağdaş insanın kimliğini yitirme ve yeniden kazanma süreçlerinin anlatımına, tanıklığına en uygun edebî tür olarak görünmektedir. Çünkü öykü, günümüz dünyasının çok rol dağıtan ve kişiye altından kalkmakta zorlandığı çok çeşitli görevler, yükümlülükler, özlemler ve hırslar yükleyen, her an değişip çoğalabilen ilişkileri içinde şaşkına çeviren, kendine zaman ayırmakta zorlanan insana, kendini ayırt etmekte ve anlatmakta, karşısındaki insanları kavramakta ve tanımakta, günlerin ve ömrün hızlı tempolu akışı içinde dış dünyaya olduğu kadar kendi iç varlığına yönelmekte ve birtakım içsel gerçekliklere ulaşmakta olanaklar sağlayan bir yazın türüdür.
Kısa ve özlüdür.
Derinliği olan, damıtılmış bir metindir.
Gözlerimiz ve belleğimizdir, bilincimizi devindirir.
Kavşakta, kırmızı ışıkta durdunuz. Araçlar akıp gitti. Araçların içinde insanlar geçip gitti. Siz orada kaldınız. Sonra yeşil ışık yandı, yürümeye başladınız. Aceleniz var, yetişmeniz gereken işler ve ilişkiler sizi bekliyor. Tam da o sırada (yaşamın anlık bir noktasında) kendinizi ivecen sorumluluklara taşırken ve kırmızı ışık neredeyse yeniden yanacak ve insanları öylece durduracakken bir insanın yüzüyle, gözlerinin ışıltısıyla karşılaşıverdiniz. İşte öykü tam da o anda oluşur. Öykücünün bilinci, belleği, imgelemi peşpeşe sıraya girip göreve başlar. Çünkü öykücü her an diken üstündedir ve aradığını bulmuştur o anda. Özenlidir, alıcı gözle bakmaktadır dünyaya, gözlemdedir, algılamalara hazırlıklı ve açıktır. Öyküsünü karşılaştığı insanın gözlerindeki pırıltıdan alır, kendi iç süzgeçlerinden geçirip arıtır, sonra rafine bir ürün olarak başkalarına (topluma) sunar. Hemen topluma sunmasa bile söz konusu arıtma işlemi sırasında kendi varlığını da gözden geçirerek özünü, kimliğini, kişiliğini, yaşama nedenini, yaşam içindeki amaçlarını ve çabalarını irdeleyip bir sonuca ulaşır (Öykü, bir anlamda bu sonuçtur zaten.) ve bu sonuç, öyküye özne olmuş çağdaş insanın yitirilmiş kimliğinin, örselenmiş varlığının öykü içinde yeniden oluşmasına katkıda bulunur. Bu katkı öykücünün (de) toplumsal ilişkilerini, tavrını, duruşunu biçimlendirerek yaşamın değiştirilmesine doğrudan (birebir) etkide bulunur. Dolayısıyla yayımlanmamış öykü(ler) bile öykücünün günlük yaşam içerisindeki değişken, akışkan ilişkileri aracılığıyla toplumsallaşmış olur.
İşte bütün bunlar olurken öykücü çivili sandalyede oturur.
Öykücü cam kırıklarının üzerinde yalın ayak dolaşır; unutulmuş toprak sıcaklığıyla insan sıcaklığı arasında köprüler kurar.
Öykücü rahatı kaçmış, muhalif ve şikayetçi insandır; kendi adına olduğundan daha çok başkaları adına konuşur; yaşamın güzelleşmesi ve anlam kazanması için eleştirilerin, önerilerin, çözümlerin ipuçlarını derler; bilinci ve sezgisiyle geleceği görmeye çalışır; geleceğe koşar ve yanındakileri de çağırır.
Öykücü, başkalarının sevincine papatyalarla katılır; kendi çiçeğini sessizce, inceliklerle sular. Çünkü o; ateşin, suyun, acının, dağların ve yaşama sevincinin gezginidir. Her sabah güne başlarken yüreğinin okyanusunda yıkanır, güneşi sağıp gökyüzünün kuşlarını çoğaltır.
Öykücü insandır, insanları gözler ve onları yine onlara anlatır. Çeviktir, hızlıdır, devingendir, öyle de olsa ağırbaşlıdır. Geçmişle gelecek arasına yerleştirdiği aynada önce kendi yüzünü aramaya çıkmıştır. Onun yüzü, kimliği yok edilmiş çağdaş insanın geleceğe dönük umudunu, aydınlığını ve ışığını taşır.
Öykü günlük tarihimizdir.
Öykücü geleceğe çiçekler yetiştirir.
—————-
Kaynak: Kavram Karmaşa Deneme Dergisi, Mayıs-Haziran1998, Sayı 9.
.