Nilgün

AYSEL YENİDOĞANAY
9 Haziran 2023

Desen: Aygül Aydoğdu

Duvara fırlatılan bardaklarla savrulan yaşamını yakalamaya çalışıyor. Tuzla buz olan kristal parçacıklarda kendi yansımasının kırılarak çoğaldığını görüyor. Gözlerinin ve dudaklarının olmadığı görüntüler. Yarım, üçgen, beşgen yansımalar… Parmak uçlarıyla dokunuyor cam kırıklarına. Okşuyor onları. Tek tek koyuyor avucuna. Coşkulanıyor. “Ne güzel! Binlerce ben doğdu sizden.” Gülme krizine kapılıyor. Kahkahalarla gülüyor. Durmadan kırık topluyor. Parçacıklar sığmaz oluyor avucuna. Sıkıyor avucunu. Sıktıkça kan sızıyor parmak aralarından. Gülme krizi sona ermemiş henüz. “Başkalarının hayatını yaşamışım hep. Oysa ben buradayım. Kristallerde çoğalan Nilgün’üm. Can kırıkları bunlar. Ömrümün can kırıklarını topluyorum!” ellerini yüzüne bastırıyor. Yanaklarına batıyor kırıklar. Ne yapacağını bilememenin umarsızlığıyla bakınıyor çevresine. Salonun tamamına yayılmış yemekler, kırık tabaklar, yağ lekeleriyle sıvanmış koltuklar… Dans ederek dolaşıyor döküntüler arasında. Dönüyor… Dönüyor… Dönüyor. Gülmekten bitkin, koltuğa bırakıyor kendini.

Sakinleşmiş görünüyor. Yeniden bakınıyor çevresine. Zaman ve mekan kavramını yitirmişti. Avuçlarının içi yanıyordu. Parmaklarını oynatmaya çalıştı. Canı yanıyordu. Yıllardır yanıyordu canı. Hissetmemiş olabilir miydi? Kucağına yerleştirdi ellerini. Kendi ellerine yabancı seyre koyuldu onları. Kucağında göllenen kanı gördü sonra. Gecenin uçurumlarında yankılandı çığlığı. “Kan bu kaaaan!” Banyoya koşuyor. Musluğun altına tutuyor ellerini. Akan suyla birlikte yaşamın kırmızı çizgisi de akıp gidiyor. Parmaklarını ağzına alıp emiyor. Boğazından aşağı kayan ılık sıvıyla canlanmıştı: “İşte, kendi hayatımı geri alıyorum. Bu benim hayatım! Kendi kanımdan yeniden doğacağım!” Aynaya ilişti gözleri. Kendi görüntüsünden ürktü. “Bu ben miyim?” Gözleri karardı. Fayanslar çekiliyordu ayaklarının altından. Ruhu bedeninden firar etmek üzereydi. Son bir çabayla koridora çıktı. Çığlık çığlığa bağırıyordu. “Oğlum! Oğluuuuuum! Neredesin kara bahtımın çiçeği, neredesin?”

Başı karlı bir dağın tepesinden aşağı yuvarlanıyordu şimdi. Uğultular geliyor kulağına. “Kurtulur mu sizce?” “Niye kıymış ki canına?” “Ne kadar da genç!” “Mutlu görünüyordu oysa!” “Kocası yaşlı maşlı ama melek gibi…”

Konuşmaya çalıştı. Sesi çıkmıyordu. Bir kar tanesinin içine sıkışmıştı sanki. Karın penceresi var mıydı? Uzatsa elini… Kollarına sarılsa şu giden insanların…”Ben intihar etmedim!” diye haykırsa. Yoktu karın penceresi. Güneş görünmüyordu. Erime ihtimali de kalkmıştı ortadan. Böğrüne tekmeler yiyordu durmadan. Yerlerde debeleniyor. Doğrulamıyor. “Melek” kocası çıldırmış gibiydi. “Beni pezevenk yerine koydunuz. Yetti be yetti! Git başka yerde düzdür kendini! Bacaklarını oğluna açmaya utanmadın mı ha utanmadın mı?” Bir tekme daha geliyor. Soluğu kesilmiş. “Kulun kölen olayım deme öyle. Öldür ama deme! Anayım ben. Bir ana oğluna…” Bütün düz yollar yokuş olmuştu. Hızla aşağı doğru kayıyordu.

Uğultular kesilmiyor hiç. Ritmik bir şekilde kalbinin üstüne bastırıyor birileri. Kar taneleri uçuşuyor havada. Uzun sarı saçlarına konuyorlar. (Kısacık kestirmişti saçlarını. Saklamıştı onları. İlk göz ağrısının elleri, gözleri, kokusu duruyordu o sarı buklelerde. Onu her özlediğinde sabun kokulu sandığı açıyor, askere gitmeden önceki gün, ona hediye ettiği kırmızı yazmaya sarılı saçları öpüyor, okşuyor, göğsüne bastırıyordu. Temiz olan tek şey saklı olan saçlarıydı.) Usulca ağzının içine doluyor kar taneleri. Nefes alması güçleşiyor. Doğrulmaya çalıştıkça aşağılara doğru çekiyorlar onu. Umutsuzca çırpınıyor. “Sus! Buradayım. Yardımına geldim.”  Beyaz elbiseli biri ellerini tutuyor sıkıca. Üzerine abanıyor sonra. Yeniden soluksuz bırakıyor. Büyük ağabeyi bu, köyün ileri geleni. Yiğit, mert ağabeyi. Leş gibi içki kokuyor. Kanatırcasına öpüyor dudaklarını. Bir eli göğsünü okşuyor, diğeri apış arasında. “Yirmi yıllık özlem bu! Kavuştum sonunda sana. Seni kendi ellerimle teslim ettiğim o yaşlı ayıya bırakmam artık.” “Yapma abi! Yalvarırım yapma! Söz, anneme söylemem. Babama da.” “Baban öldü unuttun mu? Duymaz artık seni. Hem sana inanmaz biliyorsun.” Acıyla kavrulan bir yüreğin sessiz çığlıklarını kim işitebilir ki? Abisi melek! Uçup gidiyor. Dipsiz kuyularda yuvarlanıyor Nilgün. Kar taneleri tutuyor elinden ve uğultular seline bırakıyorlar.

“Askerden dönene kadar bekle beni Nilgün.” Kırmızı, çemberi gül oyalı bir yazma uzatıyor ona. Kaçamak bir öpücük konduruyor dudaklarına. Kızarıyor Nilgün. Kabaran nehire bakıyor. Kendi yüreği de bu nehir gibi kabarmış. Sevdiği genç yanı başında.  “Bekle beni” diyor. Saçlarını rüzgara veriyor Nilgün, kabaran yüreğini sevdiğine. Sıkı sıkı sarılıyor ona. Kasıklarında, göğüslerinde oluşan ağrılara anlam veremiyor. Kor alevler içinde yanıyor Nigün. Usul usul yağan karın üzerine düşüyor ateş. Saçlarından bir tutam koparıp sevdiğine veriyor. “Hediyem bu. Beni unutma!”

Oğlu, canı ciğeri… Üniversiteye gidecek bu yıl. Nasıl da yaşlanmış bir gecede. Duvarlara vuruyor başını. Bıçağı kapıyor. Yıllarca baba bildiği adamı öldürecek. “Yapma oğul, yapma!” Melek kocası anayla oğulun sevgisini kıskanıyor. Karısının evine olan bağlılığını anlamıyor. Suskun dilini, insanlara kapalı olan yüreğini, dost bir nefese olan hasretini anlamıyor.

On altı yaşında, -karnında bir bebek taşıdığından habersiz- ağebeyinin tecavüzüne uğradığını babasına anlatınca kıyamet kopmuştu. Kimseler inanmadı ona. Apar topar kendinden yirmi yaş büyük, köyde kimi kimsesi olmayan gariban Ahmet’e verdiler Nilgün’ü. Şehirde ev tuttular onlara. Ahmet’e yüklü bir para verdiler. Bir de iş buldular ona. Gariban Ahmet palazlandı. “Ahmet Bey” oldu. Yıllar sonra “Sizin niye başka çocuğunuz yok?” sorusu yüreğine oturdu. Doktora gitti. Kısır olduğunu öğrendi. O günden sonra her gece içip içip Nilgün’ü dövmeye başladı. Oğlu da nasibini alıyordu bu dayaklardan.

 “Piçsin sen piç! Anana da sırnaşıyon mu ha? Her gece gülüşüp fingirdeşiyorsunuz. Ananı altına mı alıyon yoksa?” Oğlu çıldırıyor. Kaptığı bıçakla babasının üstüne yürüyor. Bardakları fırlatıyor kocası. Ardından yemek tabaklarını. Sandalyeleri fırlatıyor arka arkaya. Oğlu yerde kıvranıyor. Kocası dışarı atıyor kendini. Haykırıyor Nilgün, avaz avaz haykırıyor: “Oğlum! Oğluuuuuuummmm!”

Ağzına, gözlerine kar doluyor Nilgün’ün. İçinde bulunduğu kar tanesi, binlerce kar tanesiyle birleşip çığa dönüştü. Hızla koca kentin üzerine doğru ilerliyor. Kent ve içinde barınan tüm pislikler, sevgiliye yazılıp gönderilmeyen mektuplarla birlikte yok olacak…