8 Ocak 2024
GÜLŞAH HASBEK
Macbeth’in trajedisinde iktidar olma arzusunu işliyor Shakespeare. Bu öyle bir arzu ki bütün eylemleri yönlendirir ve en sonunda Macbeth ve karısı Lady Macbeth’in sonunu hazırlar.
Shakespeare dediğimizde belki de en büyük vurguyu onun yarattığı karakterlere yapmak gerekir. Birçok düşünüre göre insanın iç dünyasını, duygularını, parçalanmayı ilk tanımlayan kişi William Shakespeare’dir. Onu önemli yapan bir diğer unsur da yaşadığı dönemdir.
Shakespeare 1564’te doğdu. İngiltere’de, ortaçağ düşüncesinin yerini yavaş yavaş Rönesans’ın insan merkezli düşünce anlayışına bıraktığı bir dönem bu.
Ortaçağ kültürü, Tanrı’nın merkezde olduğu bir evreni esas alır. Her şeyi Tanrı’nın yarattığına inanan Ortaçağ insanı için dünya karmaşık değildir, bir bütüne dayanır çünkü Tanrı bir bütündür. Bu dönemde teorikte kuralı bozan hiçbir şey yok, birey yok, aklı tanımıyor, tanıdığı şey Tanrı ve her şeyi açıkladığına inanılan yasası. Bu yasaya göre iyiyle kötü birbirlerinden ayrı ve nettir. Fakat 16. yüzyıla gelindiğinde gözle görülür bir değişim olur. İnsan Tanrı’nın yasasını, yaşadığı doğayı, kendini incelemeye, sorgulamaya başlar.
Gerçekte insan ne, nasıl bir varlık? İyi ve kötü bu kadar net mi insan doğasında? İşte bu soruların cevabını dönemin dehası Shakespeare’in karakterlerinde arayabiliriz. Genel olarak Shakespeare’in oyunları Ortaçağ’ın karanlığından izler taşır ama merkeze insanı koyar. Onun karakterleri netlikten uzak, belirsiz duyguların, yanlış anlaşılan olayların etrafında savrulur. Bir çatışma içinde kendi kendilerine konuşur bu karakterler. Olayları, olguları anlamaya, anlamlandırmaya çalışırlar. Çoğu zaman bu konuşmalar belli bir çizgide ilerlemez, kendi içinde bir çatışmanın etrafında daha çok bir gelgiti yaşar.
Freud, kendi kuramı üzerine düşünürken Antik Yunan tragedyalarından özellikle etkilenir ama onu en çok etkileyen Shakespeare’in eserleridir. Hatta Freud’a göre Shakespeare, insanlık halini yalın şekilde anlatan ilk kişidir. Bu nasıl bir deha ki 1606 yılında yazılmış Macbeth’in üzerine bugün hâlâ konuşma gereği duyuyoruz.
Macbeth, 1050’li yıllarda İskoç kralı olarak yaşamış gerçek bir isim. Fakat gerçek kralın, Shakespeare’in karakteriyle ismi dışında çok da bir ilgisi yok.
Macbeth’in trajedisinde iktidar olma arzusunu işliyor Shakespeare. Bu öyle bir arzu ki bütün eylemleri yönlendirir ve en sonunda Macbeth ve karısı Lady Macbeth’in sonunu hazırlar. Sözde krallığını korumak için işlenen cinayetlerin ardından yaşadıkları vicdan azabı onları ölüme kadar götürür. Bu iki karakterin dışındaki diğer karakterler tek boyutludur, rolleri de işlevseldir, nasıl düşünüyorlarsa öyle yaşarlar. Biz çatışmayı, insani olan çatışmayı, sadece Macbeth ve karısı Lady Macbeth’te görürüz.
Oyun, İskoç Beyi Macbeth’in üç cadı ile karşılaşmasıyla başlar. Macbeth’in yanında arkadaşı Banquo vardır. Üç cadı el ele vermiş dolaşırken Banquo Macbeth’e şöyle der: “Şunlara bak, bu dünyadan değiller sanki.”
Macbeth de cadılara seslenir, “Hey, in misiniz cin misiniz? İnsan dilinden anlar mısınız? Konuşun konuşabiliyorsanız, kimsiniz, nesiniz?”
Cadılar sırayla Macbeth’e şöyle seslenirler: “Selam sana Macbeth, selam sana Glamis Beyi, selam sana Cawdor Beyi, selam yarının kralına!”
Macbeth cadıların bu sözleri üzerine irkilir, “Durun yarım ağızlılar! Glamis Beyi oldum, biliyorum ama Cavdor Beyi nasıl olurum Cawdor Beyi sağken? Kral olmama gelince o da inanılır şey değil, o da Cawdor Beyliği gibi kuru bir laf.”
Banque araya girer, “Macbeth’i şahane bir umutla selamladınız, sarhoş ettiniz neredeyse, bana bir sözünüz yok mu?” diye sorar.
Cadılar, Banque’yu selamlayarak “Kral olamasan da krallar yetiştireceksin,” derler.
Macbeth, cadıların daha fazla konuşmasını ister ancak üç cadı bir anda kaybolup gider.
Oyundaki cadılar çokça tartışma konusu olmuştur. Cadıların varlığı çok eskiye dayansa da yok edilmesi gereken bir düşman olarak algılanmaları daha sonraki dönemlere rastlar. Oyunun yazıldığı dönemin İskoç kralı James, cadıların gerçek olduğuna inanan, cadılar ile mücadeleyi bir sorumluluk olarak gören bir kraldır.
Zira Avrupa’da cadı avında artış yaşandığı dönemdir bu. Oyunun çıkış noktasının cadılar ve cadıların kehanetleri olması da bu açıdan da son derece anlamlı.
Ortaçağ Avrupa’sında kadın, her türlü kötülüğün nedeni olarak görülür. Kadın, yok edilmesi gereken bir öteki konumundadır. Mina Urgan’a göre cadılar, Macbeth’in bilinçdışının temsilcisi. Macbeth’e kral olacağını söyleyerek onun arzusunu dışa vuruyorlar. Doyum arayan arzu, Macbeth’i bir yok oluşa sürüklüyor. Kısaca Macbeth’in arzusunu dillendiren cadılar, ortaçağ düşüncesinin söylediği gibi kötülüğün tam başında duruyor.
İşte Macbeth’in çatışması burada başlar. İktidar olmak ister ama bu uğurda harekete geçmekten ürker, kralı öldürme fikri karşısında bocalar. Bir ikilemin içinde gidip gelir Macbeth.
Savaştan dönen Macbeth, kralın büyük çoşkusuyla karşılanır, ödül olarak kendisine Cawdor Beyliği verilir. Böylece cadıların ilk söylediği gerçekleşir. Ya sonrası? Kral olma hayalini nasıl gerçek kılacak ki Macbeth?
İşte Macbeth’in çatışması burada başlar. İktidar olmak ister ama bu uğurda harekete geçmekten ürker, kralı öldürme fikri karşısında bocalar. Bir ikilemin içinde gidip gelir Macbeth. Onun vicdanının sesini duyarız bu gelgitlerde. Oyunun başında ne iyidir ne de kötü, “Tıpkı bizim gibi,” diyor Mina Urgan “Tıpkı bizler gibi bocalar.” Onun bocaladığı yerde devreye karısı Lady Macbeth giriyor. Şöyle diyor Lady Macbeth: “Tabiatına güvenim yok, fazla insan sütü emmişsin, yükselmek istiyorsun, içinde hırs yok değil ama yanında taş gibi de bir yüreğin olmalı, o yok sende. Can attığın şeyi namusunla, suya sabuna dokunmadan elde etmek istiyorsun. Hem dalavere yapmayacaksın hem de hakkın olmayan tahta oturacaksın. Sen kalk gel buraya, çabucak gel ki buraya, tehlikeli sözlerimi akıtayım kulağına.”
Oyunun başlarında Macbeth karısının onu yüreklendiren sözlerine dur demek ister.
“Yeter, sus artık! Bir insana yaraşan her şeyi yapmaya varım. Ondan ötesini yaptım mı insan olmaktan çıkarım.”
İktidar olma arzusu ve bu arzuyu eyleme dökmekten çekinmesi Macbeht’in yaşadığı bir ikilem. Freud’a göre bu çelişkinin kökeninde vicdan vardır. Macbeth’in vicdanı, arzunun karşısında zayıf kalır. Kral Duncan’ı öldürmeden önce bir hançer görür Macbeth. Gördüğü o hançer gerçek midir yoksa bir halüsinasyon mu, tartışma konusudur. Lady Macbeth oyunun başlarında nettir, güçlü görünür, vicdanından hiç ses çıkmaz. İlk cinayete giden yol da Lady Macbeth’in planı ile açılır. Kocası Macbeth’e ,“Kralı öldürme işini bana bırak,” diyerek planını anlatır.
Kendilerini ziyarete gelen Kral Duncan’ın korumalarını sarhoş edip cinayeti de bu iki askerin üzerine yıkmayı planlar Lady Macbeth. Bu plan başarılı olur. Kralı Macbeth öldürür, Lady Macbeth ise kanlı hançeri kocasının elinden alıp korumaların yanına bırakır.
Kralın cinayetinde Macbeth ve eşi şüphe çekmezler. Kral Duncan’ın oğulları da korkuyla kaçarak ülkeyi terk ederler. Oğullar da aradan çekilince, Macbeth taht için tek aday olarak kalır, Lady Macbeth de kraliçe olacaktır.
Oyunda, Lady Macbeth’in bir ismi bile yokken neden bu işte aktif bir rol üstlenir? Kocası kral olurken kendisi de kraliçe olmayı istiyor diye düşünebiliriz ama böyle bir istek hiç dile gelmez oyun boyunca. Zaten Lady Macbeth, kendi başarısını ve arzularını hiçbir zaman ön plana çıkarmaz. Yine kocası dışında ailesinden, arkadaşlarından hiç bahsedilmez. Bir adı olmaması ve sürekli olarak Lady Macbeth olarak anılması, bu karakterin varlığının kocasından dolayı anlam kazandığı yönünde yorumlanıyor kimilerince. Oysa psikiyatrik açıdan baktığımızda bunun çok ötesinde bir değerlendirme yapmamız mümkün. Oyunda Lady Macbeth’i kocasının arzusunun hemen yanı başında görürüz. Arzudan taraf olan Lady Macbeth kocasının vicdanının sesini susturuyor bir bakıma. Burada tıpkı cadılar gibi bir işlevi var. Cadılar gibi o da Macbeth’in bilinçdışının bir yansıması demek olası.
Shakespeare, Kral Duncan’ın öldürülmesine kadar olan bölümde Lady Macbeth’e çok önemli bir rol biçmiştir. Sonrasında o korkusuz, gözü pek kadın yavaş yavaş çözülmeye, gücünü yitirmeye başlar. Freud, Macbeth’le karısı Lady Macbeth’in birlikte ele alınması gerektiğini söyler. Macbeth karakterinde iki tür benlik bulunduğunu belirterek bunlardan birinin vicdana sahip bir benlik, diğerinin ise bilinçdışından gelen şeytansı bir benlik olduğunu saptar. Yani alt benlik, arzuların kaynağı “id”imiz. İşte Lady Macbeth, bu ikinci benliğin “id”in somutlaşmış halidir. Yani tek bir kişinin iki farklı yanı Macbeth ve karısı. Freud’un bu görüşünü, Macbeth’teki vicdan azabının somut etkilerinin lady Macbeth’te görülmesi destekler durumdadır.
Freud’a göre Kral Duncan’ı öldürmeden önce hançer halüsinasyonunu gören Macbeth iken sonra deliren karısı Lady Macbeth. Cinayetten sonra sesler işitmeye başlayan, uykuyu öldürdüğünü söyleyen Macbeth’tir fakat gerçekten uyumayan, uykusunda gezinen, kendi kendine konuşup suçunu itiraf eden kişi Lady Macbeth olur. Macbeth’in vicdan azabıyla su yüzüne çıkan korkuları, karısı Lady Macbeth’te gerçekleşir. Sonuç olarak ikisini, Macbeth ve karısı, ayrı ayrı kişiler değil, tek bir zihnin bölünmüş iki parçası gibi düşünür Freud.
Macbeth sonunda kral olur olmasına ama mutlu değildir. Kral Duncan’ın ölümüyle iç huzurunu kaybeden Macbeth bir de arkadaşı Banque’yu kafaya takar. Hatırlayalım, cadılar Banque’ya kral babası olacaksın demişlerdi.
Bastırılmış arzular yüzeye çıktığında dostluk düşmanlığa dönüşür. Bangue bir dosttan, babanın yerini almasından korkulan kardeş gibi bir rakibe döner. Bu nedenle, Banque ve oğlu yaşadıkça hiç huzur bulamayacağına inanır Macbeth. Bu saplantılı düşünceyle Bangue ve oğlu Fleance’i öldürmek için kendi adına ziyafet verileceği gün bir plan yapar. Kurduğu plan neticesinde Banquo ölür ancak oğlu Fleance kaçmayı başarır.
Macbeth açısından bakılırsa Banquo’nun oğlunun yaşıyor olması ile, kendi kral olsa bile bir hanedanlık kuramayacağı kesindir. Çünkü Macbeth’in soyunu devam ettirecek bir varisi yoktur. Çocuksuzdur Macbeth çifti. Zaten oyunda da Macbeth gerçek bir kral gibi sunulmaz seyirciye. Bir kralda bulunması gereken gücü eline geçirdiği asla gösterilmez.
Ziyafet sahnesinde bağlılıklarını göstermek için gelen birkaç soylunun da güvenini kazanamaz çünkü ziyafette öldürdüğü arkadaşı Banque’nun hayaletini görüp çılgın davranışlar sergileyerek eline geçen bu fırsatı da yitirir. Banquo’nun hayaleti gelip Macbeth’in yerine oturur. Bu sahnenin de sembolik bir anlamı vardır. Macbeth şölenin başında şöyle der: “Herkes mevkiini biliyor; ona göre oturun!”
Macbeth’in yerine oturan Banque’nin hayaleti, krallığın kendi soyuna ait olduğunu hatırlatıyor Macbeth’e.
Macbeth bu huzursuzlukla bu sefer cadıları görmeye kendi gider, cadıların ona “Korkma Macbeth, anne karnından doğan hiçbir erkek seni yenemeyecek,” demesi üzerine içi bir parça rahatlasa da ikna olmaz.
Huzursuzluğunun tek kaynağı Benque’nin oğlu Fleance’nin kaçması değildir. Kendi adına verilen bu şölene İskoçya’nın önde gelen soylusu Macduff katılmamıştır. Bağlılığını sunmadığı için Macduff’ın şatosuna katiller yollayıp suçsuz karısını ve çocuğunu öldürtür Macbeth.
Tüm bunlar olurken oyunun ana kahramanlarından biri olan Lady Macbeth, artık olayları dışarıdan izlemek ve alkışlamak zorunda kalan bir seyirci konumundadır. Cinayetle ilgili başta planlar yapan sert kadın; gece uykusunda gezen, kendi kendine suçunu itiraf eden, zayıf düşmüş bir zavallıdır.
Elinde sürekli kralın kanını görmeye başlayıp çaresizce şöyle der Lady Macbeth: “Çık elimden korkunç leke, çık diyorum sana! Nedir bu? Hep kirli mi kalacak bu eller?”
Macduff’un karısının ve oğlunun ölümünden sonra Lady Macbeth’teki geri dönülmez değişimi seyirciye gösterir Shakespeare. Elinde sürekli kralın kanını görmeye başlayıp çaresizce şöyle der Lady Macbeth: “Çık elimden korkunç leke, çık diyorum sana! Nedir bu? Hep kirli mi kalacak bu eller?” Sonra da intihar ederek yaşamını sonlandırır. Elini kan lekeleri içinde görmesi vicdanının bir yansıması, lekeleri sürekli çıkarmaya çalışması da yeniden saflığı, temizliği arayan benliğin bir savunması olarak yorumlanır.
Macbeth ise karısının tam aksine, öncesinde kararsız, vicdanlı bir kişi iken sonradan duygusuz bir insana, kontrolsüz bir tirana dönüşür. Eşinin ölüm haberini aldığında ne bir şaşırma ne de bir üzüntü belirtisi gösterir. “Kraliçe öldü, lordum!” diyen haberciye nedenini bile sormaz. Sakin bir biçimde “Bir gün ölecekti ne de olsa. Bu sözü duyacağım an gelecekti bir gün elbette” der.
Macbeth’in sonunu getirecek olan da oğlunu ve karısını yitiren Macduff olur. Cadıların “Korkma Macbeth! Kadın rahminden çıkan hiçbir erkek seni yenemeyecek!” kehaneti doğrudur çünkü Macduff zamanından önce anasının karnından alınmış yani bir kadın rahminden çıkmamıştır.
Gerçeği öğrense da artık çok geçtir Macbeth için. Her şeye rağmen savaşmaya devam eden Macbeth, Macduff tarafından öldürülür.
Oyunun son perdesinde ölen kralın büyük oğlu Malcolm, tacın gerçek sahibi olarak tahta geçer ve perde kapanır.
Freud çekimser bir adamın kontrolsüz bir tirana dönüşmesini, güçlü bir kadının ise perişan bir hale düşmesini bu çiftin çocuksuz olmasına bağlasa da onların bu değişimine kesin bir yanıt vermenin zor olduğunu da kabul eder.
Freud, Macbeth üzerine çalışırken 1914’te Fliess’e yazdığı mektupta şöyle der: “Uzunca zamandır bana işkence eden Macbeth üzerine çalışmaya başladım ama henüz bir sonuca varamadım.” İki yıl sonra bir makalesi yayımlanır Freud’un. Bu makalede Macbeth’i irdelemiştir. Makaleden öğrendiğimize göre Freud‘un ilgisini çeken asıl soru şudur: Nevrozun nedeni alt benlikten gelen arzunun engellenmesi ise isteğinde başarıya ulaşan Macbeth çifti, özellikle Lady Macbeth neden yıkılışa doğru gider? Bir arzunun doyumu insanı nasıl bir yıkıma götürür?
Freud’un bakış açısından Kral Duncan’ın öldürülmesi, Oidipus kompleksinden kaynaklanıyor. Baba benzeri otoriteye bir başkaldırı, babayı geçme, onun yerini alma. Fakat bertaraf edilen babaya olan sevgi suçluluk duygusu yaratır. Bu duygu da egoyu yıkıma kadar götürür oyunda.
Freud’un burada ortaya attığı fikir tartışmalı ama Freud bu konuda çok net. Oidipal isteklerimizde bir doyum sağladığımızda bu, hazdan ziyade yıkımın yolunu açar.
Freud’un açıklamasına göre oyuna baba oğul ilişkileri açısından bakarsak elimizde fazlaca veri vardır. Öncelikle Duncan, tahtın varisi olarak büyük oğlunu işaret eder ki bu oyunun başında Macbeth’i endişelendirir. Cadıların kehanetleri Banquo’nun çocuklarına taht vaat eder, Macbeth endişenir.
Lady Macbeth, Kral Duncan’ı babasına benzettiği için öldüremez. “Uyumamış olsaydı, babama benzememiş olsaydı, yapardım,” der. Baba figürü Kral Duncan’ı oğul konumunda olan Macbeth öldürür. Oğul kaçarken baba Banquo öldürülür. En sonunda da Macduff’u öldürmek isterken onun çocuklarını öldürür. Oyunun sonlarında Macduff, Macbeth için şöyle der: “Çocuğu yok onun!” ve her şey yerli yerine oturur.
Geriye cevaplanmayan bir soru daha kalır insanın aklında. Cadılar Banquko’ya neden kral babası olacaksın dediler? Ortada net bir cevap yok ama şöyle bir yorum var: Macbeth’in yazıldığı sırada kral olan James, gerçek hayatta yaşamış Banquo’nun soyundan geliyor yani cadılar krallığı Banquo’nun soyuna işaret ederken Shakespeare aslında tahta yeni geçmiş James’in krallığını onaylıyor.
Genel olarak oyuna baktığımızda gerçek ve gerçeküstü olaylar ile kişiler arasında net bir çizgi de bulunmuyor. Yani cadılar, kehanetler, hayaletler, halüsinasyonlar… Her şey iç içe.
Mina Urgan oyunda özellikle gece temasına dikkat çekiyor. Baktığımızda bütün olaylar gece ya da güneş battıktan sonra gerçekleşiyor. Cadılar alacakaranlıkta çıkıyor Macbeth’in karşısına, Duncan gece öldürülüyor, karanlığı çağıran Lady Macbeth olaylar sonrasında bir karanlıkta yaşıyor ve geceleri odasında bir mum yakılmasını istiyor, Banque güneş battıktan sonra öldürülüyor fakat Macbeth öldükten sonra gün aydınlanıyor. Eğer bu bir kâbus ise sembolik olarak uyanıyoruz.
.
Kaynaklar:
Shakespeare, Macbeth, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Hasan Ali Yücel Klasikleri Dizisi, XXXI. Basım, Eylül 2022, İstanbul.
Mina Urgan, Macbeth-Bir İnceleme, Çan Yayınları, 1965 İstanbul.
İdegon Bir Arada, Bir Trajedi: Macbeth’in Arzusu, 22 Aralık 2023, Youtube.com