13 Aralık 2023
HÜSEYİN İÇEN
Yabancı dille öğretim, ülkemizde hem kaçınılmaz olarak kendi dilimizi çok kötü kullanmamıza yol açıyor hem de öykünmeden başka yol bırakmayarak bilim ile sanatın kısırlaşmasına. Yaratıcı çaba, ister bilim, ister sanat alanında olsun, çabayı gösterenin anadilinde çiçek açabiliyor.
Klasik, her okuyuşta yalnız onda değil, kendimizde de yeni şeyler bulduğumuz yapıttır derler. Doğrudur da. Biz büyüyüp, gelişip yeni nitelikler, eğilimler edinip olgunlaşırken bunun sonucu olarak gözümüz biraz daha açılır. Böylece klasik yapıtlarda bulunan, daha önceki masum dönemlerimizde gözümüzden kaçan birçok şeyi görebiliriz.
Kimisi, klasiği her yaştaki kişiye bir şeyler veren yapıt olarak tanımlar. Olabilir. Ama bunlardan alınanlar büyük oranda farklı olacaktır. Sefiller’i on iki, yirmi beş ve elli yaşlarındaki kişilere okutun, ayrı şeyler/bilgiler alırlar. Hele sekiz yaşındaki bir çocuğa okutmaya kalkışın Sefiller’i, yalnız okuyamamakla kalmaz, ileriki yaşlarda da bir daha eline almak istemeyebilir. Klasikleri okuma, psikolojik olgunluğumuzla yakından ilgilidir.
Kısacası biz klasikleri besleyip büyütürken, onlar da bizi besleyip büyütür.
Bütün bunlar şuraya varıyor: Jane Austen’in /ostin/ Pride and Prejudice / Gurur ile Önyargı (1813) romanını bilmem kaçıncı kez okuyup bitirmişim. Charlotte Brontë’nin Jane Eyre (1847) adlı romanına, bir süre önce oynayan film uyarlamasının itmesiyle, şu günlerde bilmem kaçıncı kez yeniden başlamışım. Hem de Türkçe’de var olan birkaç soluk kopya değil elimdekiler, yazarların kendi dilini içeren özgün yapıtlar. Okuduğum metnin İngilizce olması şu bakımdan önemli:
Jane Eyre romanı, on yaşındaki bir çocuğun (Jane /ceyn/) çektiği sıkıntıların anlatılmasıyla başlıyor. Ailesi öldüğü için teyzesinin yanına verilmiş. Birlikte yaşadığı ailenin de üç küçük çocuğu var. Teyze, kendi isteği dışında üstüne kalan bu çocuğa çok kötü davranıyor; çocukları da ona davranışlarında annelerinden aşağı kalmıyorlar. Jane de akıl erdiremediği, güç yetiremediği bu büyüklerin dünyasından kitaplara sığınıyor.
Daha ilk sayfada bir şey dikkatimi çekti. Jane, pencere önündeki kanapeye ilişip tek sığınağı olan kitap okumaya dalmış. Kitapta okuduğu bir alıntıyı onunla birlikte ben de okuyorum. Dört dizelik bir şiir bu. Türkiye’de yaşayan, yetmişini devirmiş bir emekli olan bana hiçbir şey anlatmayan bir şiir.
Düşündüm… Adana Erkek Lisesini bitirmişim. Fen dalından çıkışlı olduğum için çevrem de mühendislik de mühendislik diye tutturunca, genç çocuğum, onları dinleyip orman mühendisliği bölümünü seçmem gerekmiş üniversite sınavlarında. Kazanmışım ama gidememişim parasal nedenlerle. Neyse ki… Bir yıl sonra da o zaman üniversite sınavlarından ayrı bir sınavla öğrenci alan İstanbul Eğitim Enstitüsü giriş sınavında İngilizce Bölümünü kazanmışım yatılı olarak.
Ve o yıldan bugüne kadar bir daha hiçbir zaman Türkçe öğretim yapan bir okulda okumamışım, böyle bir okulda ders vermemişim. (Gazi Eğitim Enstitüsü İngilizce Bölümünde öğretmenken, 12 Mart darbesinin rüzgârıyla Ankara’nın Bâlâ ilçesine sürülüp de oradan Orta Doğu Teknik Üniversitesine geçmeden önce, yazın orada geçirdiğim üç ay dışında.)
Yıllar önce İngiltere’de bir diploma çalışması yaparken, iş kazası geçiren Türk asıllı kaçak bir işçinin davasında çevirmen olarak görev almıştım. Duruşmanın yargıcının, içinde çevirmenlik ücretinin olduğu zarfı elime verirken (adıma dikkat etmemiş olacak) “Türkçe’niz çok akıcı görünüyor. Nasıl öğrendiniz?” diye İngilizce’mi övmüş olması hep aklımda kalmış.
Öyle ki, ak kâğıt üzerindeki yazı Türkçe mi İngilizce mi dikkatimden kaçar olmuş uzun zamandır. (Geçen gün bir yazı okurken, yahu bu ne kadar güzel söylenmiş, acaba bu İngilizce’de nasıl söylenir diye düşünürken, okuduğum şeyin zaten İngilizce olduğunun ayrımına varmıştım.)
Bütün bunları abartmadan, yalnızca İngilizce’min oldukça iyi bir düzeyde olduğunu anlatmak için söylüyorum çünkü bu benim için bir övünme konusu olmaktan çıkalı çok oldu. (Bu da alçakgönüllülük postuna bürünmüş övünme mi oldu ki? Çoğu alçakgönüllülük gösterisinde olduğu gibi…)
Sonra… Sonra Jane Eyre romanında küçücük bir İngiliz çocuk; benim yıllar boyu okuduğum, incelediğim, sevdiğim, dersini verdiğim seçkin İngiliz şairlerinin daha adını bile belki duymadığı bir yaştayken, daha sonra yetişkinliğinde anımsayacak kadar onu etkilemiş bir dörtlük okuyor ve bu şiir koyuna kaval gibi geliyor bana.
Nâzım Hikmet’in bir şiirini okurken gözyaşı döküyorum ama İngilizce bir şiir okurken çok çok biçemsel inceliklerini izleyebiliyorum, içeriğini anlayabiliyorum; yine de küçük bir İngiliz’in gönlünü titreten bir şiir benim tenime dokunmuyor bile. Yabancı dille öğretimden geçen benzerlerimin daha iyice bir örneğiyim. Ama İngiliz çocuğu etkileyen şiiri okuduğumda tenim seğirmiyor bile.
Söylemek istediğimi, şu ana kadar becerebildiğimden daha iyi anlatmak için bir başka örnek vereyim: Acunağ (Internet) üzerinde üye olduğum bir ağdan yazan bir arkadaş, şiir, fıkra, haber ve yazılı/görüntülü sunu biçimde kendine gönderilen belgelerdeki Türkçe’nin zavallığından yakınıyordu geçenlerde. Doğru, tıpkı bana gönderilenler gibi… Öyle ki, bu gönderilenleri bilgisayarımda tutabilmek için içeriğini beğendiklerimin dilini, anlatımını, noktalama kusurlarını düzeltmek zorunda kalıyorum. Yoksa onları yeniden okurken insanın sabrı taşıyor. Oysa, toplumsal iletişim ortamlarında yazım (imla) olarak daha sorunlu bir dil olan İngilizce kullananlarda böylesi yanlışlar nedense daha az yapılır. (Bu sunuları hazırlayanlar İngilizce öğretimden geçmemiş olabilirler. Ama ağırlıklı olarak İngilizce’nin etkisindeki Acunağ ortamı da bu özelliğiyle anadil kullanmadaki titizliğimizi olumsuz etkiliyor.)
Bu son örnekle, kendimle ilgili anlattıklarım birbirlerini çarpıcı biçimde tamamlıyor gibi geliyor bana. İngiliz yargıç ayrımında olmadan İngilizce’mi övmüş olsa da, yabancı dille öğretimden geçenler ne İngilizce’yi tam olarak öğreniyorlar ne de Türkçe’yi ne de bu iki dildeki güzellikleri seçip çıkarmayı…
İki dil, iki dünya… Eğer her ikisinde de çok başarılı olacak örnekler istiyorsak işimiz epey zor gibi. Ya dölyatağındaki bebeklere dil öğretmeyi öğreneceğiz ya da dirimbilimsel evrimi yönlendirmeyi becerip yetileri daha gelişmiş bir türün ortaya çıkmasını bekleyeceğiz. İnsansoyu, evrimin bu aşamasında bunu yapabilecek gibi görünmüyor. Zorlamamız boşuna…
Şimdiki yetilerimizle bunu beceremedik, beceremeyeceğiz gibi de görünüyor. Yabancı dille öğretim, ülkemizde hem kaçınılmaz olarak kendi dilimizi çok kötü kullanmamıza yol açıyor hem de öykünmeden başka yol bırakmayarak bilim ile sanatın kısırlaşmasına. Yaratıcı çaba, ister bilim, ister sanat alanında olsun, çabayı gösterenin anadilinde çiçek açabiliyor. Bunun başka yolu yok.
Uzun zamandır hem İngilizce hem kendi anadilimde okuduğum halde, çeviriler dışında Türkçe yazma işine ancak son on yıldır girişmemin bir nedeni de belki bu. Sürekli Türkçe okuyup yazanlar yanında, benim gibi zamanını iki dile bölmek zorunda kalanların pek bir şansı olmadığını düşünmemden dolayı…
Türkçen hâlâ takır tukur; biçemsel erginliğe ancak yirmi yıl sonra ulaşırsın diyenler olacaktır. Kuyruğu dik tutup kendi yazılarınıza bakın diye homurdansam da onlara, İlhan Selçuk gibi, Sabahattin Eyuboğlu gibi yazamayacağımı biliyorum. Nâzım Hikmet’in sözünü etmeye bile utanıyorum bu konuda.
Yirmi yıl sonra görüşürüz.
.
Yazarın Notu: Bütün dil adlarından sonra tutarlı biçimde kesme kullanırım. Bana göre doğru olan bu. Bu doğrultuda dil adlarının yazımı metinde yer aldığı biçimiyle bırakılmıştır.
.
Hüseyin İçen’in Diğer Yazıları
Yazar ile Yapıt
Kediler, Güller ve İnsanlar
Yazınsal Adalet
Okurken
Yazın Uyarlamaları