İpekli Mendil’den Kalinikhta’ya Sait Faik 1

27 Mart 2024
MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ

24 Mart 2024/Kartepe

Sündüz’ün Bahçesi’nde

Güneşli bir mart günü. Evimin balkonundan ötelere bakıyorum. Ortalıkta kimseler yok. Oysa bu güneşli günün tadını birlikte çıkaracağımız insanlar olmalı.

Hişşşşşt, der gibi bir fısıltı duyuyorum balkonun dibindeki defne ağacının yaprakları arasından. Sensin, yetmiş yıl öncesinden çıkıp gelmişsin. Seviniyorum. “Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu,” diyorsun,  “Yalnızlık dünyayı doldurmuş,” diye ekliyorsun. Dostça gülümsüyoruz birbirimize.

Kentin arka sokaklarında, deniz kenarlarında, metruk mahallelerde yalnız başına yürüyüşün, geçtiğin yerlerde gördüklerinle selamlaşman, onlarla oynadığın oyunlar, sana yöneltilen sorulardan cevap vermek istemediklerini geçiştirmen, bir kahve önüne çöküp bir çay içmen, bardağından kıvrıla kıvrıla yükselen duman, karşındaki ihtiyarın anlattığı hikâyeyi dinleyişin, denizin kenarındaki martıyı izleyişin düşüyor aklıma. 

Bu güzel gün evde harcanmaz, deyip çıkıyorum dışarı. Kulaklığımdan içime, aklıma, ruhuma, yüreğime, tüm hücrelerime öykülerin akıyor. Bu güneşli mart sabahında sanki seninle yürüyorum. Karşıdan biri gelse ya da arkadan yetişse onunla tanıştıracak kadar gerçeksin yanımda. “ Bu bey de Sait Faik, hani bilirsiniz, o güzel öykülerin yazarı. Semanver, Sarnıç, Son Kuşlar, Dülger Balığının Ölümü…” Hoşuma gidiyor böyle hissetmek. 

Ne çok sesli öykün var YouTube’da. Kimisi iyi okuyamamış ama öykünün hakkını vererek seslendiren de çok. Keyifle dinliyorum. Onlardan birinde şöyle diyorsun bir kadın sesine emanet ettiğin cümlelerinde.

Bir diğerinde,

Sündüz’ün Bahçesi’ndeyiz. Güneş ışıkları ağaçlarla oynaşıyor, dallarda kuş sesleri, bütün canlılar baharı karşılama telaşında.  Ağaçların en çok çiçek açanını seçip altına oturuyoruz. Yan tarafta küçük bir dere. Kışın başından beri yağan karın erimesi ile çoğalttığı suyuyla övünür gibi şırıl şırıl.  Sana dönüyorum “Hişt,” diyorum. “duyuyor musun derenin sesini?” Aldırmıyorsun. Kim bilir aklından neler geçiyor. Seni kendi haline bırakıp kulaklıktaki sese odaklanıyorum. Derenin sesine karışıyor yeminini bozuşun. 

Seninle nerede, ne zaman, hangi kitapta, hangi öykünle tanıştım, bilmiyorum. Bu çok da önemli değil ama hani şu katıldıkları etkinliklerde ballandıra ballandıra anlatanlar gibi bir tanışma hikâyem olsaydı fena olmazdı. Zamansız bir tanışma diyelim mi buna, öncesiz ve sonrasız. Çünkü öyle duyumsuyorum. 

Sana, seni kafamda nasıl canlandırdığımı anlatmak istiyorum. Üstünde bol paça pantolon, elinde sigara, yanında köpeğin Arap, yürüyorsunuz. Kafan, kafan yüksekçe bir yerden bakılan Dünya.  Denizleri, balıkları, balıkçıları; ağaçları, kuşları, yılanları, böcekleri; ara sokakları, kaldırımları, meyhaneleri, şehirleri, adaları, dağları, ovaları ile tam bir dünya.  Hatta günümüzde teknolojisinin ulaştığı gelişmişlikle istediğim bölümü yakınlaştırıp bakabildiğim, oradaki ayrıntıları daha yakından görebildiğim, seni de o dünyanın içinde bir balıkçı barınağında denize karşı oturmuş rakısını yudumlarken izlediğim bir dünya. Kimi Burgaz Ada’dasın, kimi Yüksek Kaldırım’da, Kimi Eftalikus’un Kahvesi’nde… 

Bir başka gün Galata Köprüsü’nün korkuluklarına yaslanıp başını yukarı kaldırmış, Atina’da Omanya Meydanı’ndaki arkadaşın Yanaki’ye sesleniyorsun.  Özlemişsin arkadaşını.

Senin seslenişini duyduğum günün gecesi sabaha kadar uyku tutmadı beni. Seni düşündüm, Yanaki’yi, Aspasya’yı. Bir zamanlar bütün ara sokaklarını adımladığım Omanya Meydanı’nı; sizi birbirinizden ayrı düşüren tarihsel süreçleri.  Bir gün Kalinikhta üzerine de konuşalım mı?

Ne demiştim en son, seninle nasıl ne zaman tanıştığımı anımsamıyorum mu demiştim? Belki bir kitapçıda görüp aldım ilk kitabını, belki bir arkadaşım armağan etti, belki de bir öğretmenimden duydum adını, emin değilim ama  kitaplığımda külliyatını tamamladığım ilk yazar olduğun kesin.  Her yıl öğrencilerimle Hişt Hişt öykünü okuduğumuz ve o dersten çıkışta koridorlarda öyküyü dinleyenlerin herkese hiş hişt dediği de. Bir şölendir benim için o teneffüsler. Gizlice izlerim öğrencilerimi. Bir de Semaver’in Ali’sine mektup yazarız çocuklarımla. Kimisi kardeş edinir onu, kimisi bir dondurma ısmarlar. Okusun diye burs bulanlar bile çıkar, kendileri okulu sevmedikleri halde. Daha neler neler…

Birkaç gün önce bir okulda seni konuştuk velilerle. Kütüphaneler Haftası dolayısıyla Sait Faik konulu bir dizi çalışma yapmış Neslihan öğretmen öğrenci ve velilerle. Sonrasında da, ölümünün yetmişinci yılında, “Sözün Özü” adlı bir dergi çıkaracaklarmış bu çalışmalar kapsamında. İçim ılık ılık dalgalandı Neslihan öğretmeni dinlerken.  

Yaramazlıklarını, aylaklığını konuştuk velilerle,  öykülerinden bölümler okuduk. Aylaklığının öykü dünyamıza katkısına değinirken, Haldun Taner’e bıraktık sözü. “Sait Faik’i Sait Faik yapan aylaklığı idi. Okul kaçkını başıboşluğu idi. Hiçbir ciddi işi ucundan tutamayan gelgeçliği idi. Sonunda kendini olduğu gibi kabul etti. Dünyadaki, toplumdaki hikâyeci yerini bilinçle aldı. Burgaz çalılıklarından çekti bir kızılcık dalı kopardı, kalem gibi yonttu, ucunu yaşama batırdı ve yazmaya koyuldu,” diyordu. (Haldun Taner, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, Sevimli Bir Aylak ( Sait Faik), Bilgi Yayınevi, s.150)

Ölmek üzere olan öykü karakterini anlatırken – İpekli Mendil- acıma duygumuza yaslanmayışının, olayı romantize etmeyişinin, dikkatimizi başka bir yöne, çocuğun sevgilisine vermek üzere çaldığı ve  avucunda sıkıca tuttuğu ipekli mendile çekişinin ayrımına vardık.

Bugünlük bu kadar, demek için sana dönüyorum. Yoksun. Çoktan gitmişsin. Ben yine öykülerinle baş başayım. Elimdeki kitabı açıyor, kaçıncı okuyuşum olduğunu unuttuğum öyküne kaldığım yerden devam ediyorum. 

.

.