İpekli Mendil’den Kalinikhta’ya Sait Faik 4

11 Mayıs 2024
MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ

  06.04.2024, Kartepe

Anı bahçelerinde üşümek sıcaktır, der ya Özdemir Asaf. Ben de bugün Sait Faikli anılarla devam ediyorum. Anılarla üşümenin sıcağı hepimize iyi gelsin.

Sait Faik – Özdemir Asaf

Bir gün Sait öfkeyle basımevine geldi. Elinde pasaportu var, yeni almış. Mesleği sorusunun karşısında şu yazılı: “Mesleksiz – Sans Profession”

Buna müthiş kızmış. Pasaport memuruna yazılması için “Hikâyeciyim” demiş, olmamış; “Yazarım,” demiş, hiç olmamış. “Gazeteciyim” demiş, belge sormuşlar, gösterememiş. Ben de buna benzer bir durum yaşamıştım. Amerika için pasaport çıkartırken dairedeki meslekler listesine yazar karşılığı olarak “Redacteur” deyimini ekletmiştim. Beraber pasaport dairesine gittik, mesleksiz deyimini sildirdik, “Redacteur” yazdırdıktı.

Özdemir Asaf, Milliyet Sanat, Sayı: 323

***

Mahmut Zeki çıkardığı bir magazin için Rıfat Ilgaz’dan bir istekte bulunur. Burgazada’ya gidip Sait Faik’ten öykü isteyecektir. “İş Sait Faik’ten hikâye koparmakta… Bir denersen belki verir. Ben istersem vermez,” der. 

Sait Faik ve annesi Makbule Hanım

Rıfat Ilgaz, Sait Faik’ten öykü almak için Burgazada’ya gider. Evin önünde bir süre sohbet ederler, Rıfat Ilgaz meramını anlatır, sonra öykü için telif hakkı olarak otuz beş lira uzatır yazara. Sait Faik parayı tam alacakken durur. “Sen bunu biraz sonra, öğle yemeği saatinde, masada annemin yanında ver,” der.

Tasarladıkları gibi masada Rıfat Ilgaz, konudan ilk kez söz ediyorlarmış gibi bir öykü ister, öykünün bedeli olarak da otuz beş lirayı verir. Sait Faik, yazdıklarından para kazandığını annesine göstermekten mutlu olmuştur.

Rıfat Ilgaz, Yokuş Yukarı, s.56, Çınar Yayınları, Kasım 1991

***

Rıfat Ilgaz’ın Tan Basımevi’nde çalıştığı bir gün Sait Faik soluk soluğa içeri girer. Rıfat İlgaz’a, “Kalk, gidiyoruz,” der. Rıfat Ilgaz’ın işten çıkmasına daha iki saat vardır. Çıkamam, der. Arkadaşlarının yardımı ve Sait Faik’in de orada çalışanlar tarafından tanınması dolayısıyla izin alınır. Çıkarlar, Gar Lokantası’na giderler. Sait Faik hastalığı nedeniyle ne zamandır perhizde olmasına rağmen votka söyler. İçmeye başlarlar. Rıfat Ilgaz’a, “Leyla, Leyla’yı tanıyorsun, değil mi?” diye sorar. Çok iyi tanıyorum, yanıtını alınca “O da öyle söyledi, ‘Rıfat iyi arkadaşımdır,’ dedi.” der ve ekler “bu akşam buluşacağız onunla, seni Leyla’ya götüreceğim.”

 Bu arada Sait Faik, Rıfat Ilgaz’ın tüm engellemelerine rağmen ikinci votkaları söyler.

“Anlat, nasıl kız Leyla?”

Rıfat Ilgaz bildiği, tanıdığı kadarıyla anlatır. Sait Faik heyecanını gizleyemez, yine yine sorar.

“Anlat canım, çok zeki kız değil mi?”
“Öyledir, arkadaş canlısıdır, dostluğuna güvenilir.”
“Güvenilir değil mi?”
“Güvenilir.”
“O da senin için aynı şeyleri söylüyor. Ne güzel şey ona bu güveni vermek, Leyla gibi bir kıza. Bak, bu akşam ona diyeceğim ki… Leyla diyeceğim…”

 Bütün diyeceklerini, diyemeyeceklerini, demeyeceklerini anlatmış, biraz rahatlar gibi olmuştur Sait Faik. Votkasını bitirince Rıfat Ilgaz’a, “ Kalk gidiyoruz,” der. 

Bir tramvaya atlayıp Tepebaşı’na giderler, Çağdaş’a girerler, kapıyı görecek bir masaya oturup Leyla’yı beklemeye başlarlar. Herkes gelmiş, bir Leyla kalmıştır gelmeyen. Sonunda Leyla da gelir, Sait Faik’in karşısına oturur.

 Masada kim varsa Sait Faik’le tartışır. Sait ağzını açtıkça tek tek yüklenirler ona. 

Sonrasını şöyle anlatıyor Rıfat Ilgaz:

“Renkten renge giriyordu boyuna. Leyla’ya olgunluğunu göstermek için tutuyordu kendini ama öfkesini önündeki bardaktan alıyordu. On on beş gün sonra Sait’in Marmara Kliniği’ne kaldırıldığını duyunca Haluk Yetiş önündeki telefona yapışmıştı. Yüzünün birden sararmasından anlamıştım. Sait bu kez hepimize birden kızmıştı. Leyla’sına da dünyasına da… Öfkesine her zaman gülecek birini bulan Sait, bu kez kimseyi bulamamıştı.”

Rıfat Ilgaz, Yokuş Yukarı, s.71, Çınar Yayınları, Kasım 1991

***

Yanılmıyorsam Müşerref Hekimoğlu onu bizim Beyoğlu’ndaki atölyede yakalamış, bir anket sor(g?)usuna çekmişti. Sorular oldukça belalı şeylerdi:
“Bu sene çıkan şiir kitapları, hikâyeler, romanlar arasında en çok sevdikleriniz?”
Sait, hiç düşünmeden “Ben bu sene hiç kitap okumadım. Ne kitap, ne makale hiçbir şey okumadım,” dedi.
Gazeteci arkadaş şaşırdı: “Nasıl olur? İmkânı yok, öyle şey olur mu?”
“Bal gibi oluyormuş işte. Ben bu sene hiçbir şey okumadım.”
Söz döndü dolaştı. Eleştirme üstünde karar kıldı. Sait o günlerde çıkan bazı yazılara fena halde içerlemişti. Eleştirme üstüne neler düşündüğünü uzun uzadıya anlatırken son aylar içinde bu konuda neler yazılmışsa hepsini okuduğu meydana çıktı. Ona hep bir ağızdan “Hani sen beş dakika evvel bu yıl hiçbir şey okumadığım söylemiştin,” deyince Sait’in keyfi kaçtı.

Varlık, Sait’ten Hatıralar, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Haziran 1954, 407. Sayı Derleyen: Adil İzci

***

Savaş Dinçel, Mücap Ofluoğlu’dan duyduğu bir anıyı şöyle aktarmaktadır:

Orhan Veli-Sait Faik

“Orhan Veli ile Sait Faik’in işi gücü yoktur. Can sıkıntısından Eftalikus Kahvesi’nde oturup her gün birer Cumhuriyet gazetesi alarak bulmacalarını çözerler. Bulmacayı kim önce bitirirse ötekine rakı ısmarlayacaktır. Fakat Orhan Veli her gün Sait Faik’i yenmektedir. Sonunda Sait Faik isyan bayrağını çeker, “Nasıl beceriyorsun lan,  her gün rakıyı bana ısmarlatıyorsun?” der demez Orhan Veli sakin bir biçimde yanıtlar: “Çünkü Cumhuriyet’in bulmacalarını ben hazırlıyorum.”  

Refik Durbaş,  Orhan Veli 100 Yaşında yazısı, Birgün.net (10. 04. 2014 )

Orhan Veli ve Sait Faik, bir gün Pera Palas’ın arka tarafındaki Haliç’e bakan kanepelerde otururlarken yanlarına bir çingene kız yaklaşır ve “Çakır, falına bakayım mı?” diye sorar. Sait Faik istemediğini söyleyince “Ya senin mektepli,” der Orhan Veli’ye. Cebinde on kuruş bulunmayan Orhan Veli, Sait Faik’e “Tosla on kuruş,” dedikten sonra çingene kıza döner: “Ama sen bakmayacaksın fala, ben senin falına bakacağım,” der.  Ve öyle bir fal bakar çingene kızına ki, kızın ağzı bir karış açık kalır.

Yeditepe Dergisi, 1947

***

Anlatacağım öykü Eleni’yle ilgili. Bir kış gecesiydi. Boğazım fena ağrıyordu, ağır bir grip geçiriyordum, ateşim vardı ve tesadüfen yalnızdım evde. Gece yarısından bir hayli sonra, apartmanın zili çalındı. Kapıyı açınca Sait’i karşımda gördüm. Yüzü gözü kan içindeydi ve kanlı ellerinde Rum kızının paltosuyla çizmelerini taşıyordu. Onu hemen içeri alıp ne olduğunu sordum. Ama konuşabilecek halde değildi, zangır zangır titriyor, bir şeyler kekeliyordu. Toparlansın diye ona biraz konyak içireyim dedim. Birkaç yudum içer içmez, ağzındakileri püskürttü, öğürmeye başladı. Şaşkınlıkla, ona konyak değil, boğazımın ağrısı için kullandığım gargara ilacını vermişim meğer. Ama durumun komikliğine gülecek halde değildim çünkü Sait’in, Rum kızını öldürdüğü kanısına varmıştım. Tek düşüncem onu saklamak, polisin elinden kurtarmaktı. Her şeyden önce, suç kanıtlarını ortadan kaldırmam gerekiyordu. Sait, Hayat apartmanının altı kat merdivenini bitkin çıkarken ikide bir ışıklar sönmüş, elektrik düğmesini aradığı sırada, kanlı elleriyle duvarlarda izler bırakmıştı. Onu bir divana yatırdım. “Sakın buradan kıpırdama,” dedim. Kapıyı Sait’in üstüne kilitleyip elimde sabunlu su dolu bir kova ve bir bezle, bacaklarım tir tir titreyerek duvarları sildim, kan lekelerini yok ettim.

Bir süre sonra, Sait kendine geldi. Kızı öldürmemiş. Kavga etmişler sadece. Eleni, onun yüzünü gözünü tırnaklamış. Sait de evin camını çerçevesini indirmiş. Yüzündeki ve ellerindeki kanlar bundanmış. Sevgilisinin paltosunu ve çizmelerini almasının nedeni de verdiği armağanları başka erkeklerle gezip tozarken giymesini engellemek içinmiş. Sait’in katil olmadığını anladım böylece. Ama olsaydı, onu gene korurdum. Sadece Türkiye’nin en iyi öykü yazarı olduğu için değil, sevgili arkadaşım olduğu için.

Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları, 4. Bölüm, s.235-236 Yapı Kredi Yayınları

***

“Birkaç gün önce, yanında tanımadığım kişilerle Çiçek Pasajı’nın girişinde elinde küçük bir bardak kırmızı şarapla gördüğümde ve ‘İçme onu,’  dediğimde ‘Boş ver,’ demişti. Dostları ve arkadaşları Dr. Safder Tarim, Dr. Fikret Ürgüp biliyorlardı yapılacak bir şeyin kalmadığını. O şarap meselesini onlara iletmiştim. Benden de saklarcasına suskunlukla geçiştirmişlerdi.

Hırçınlığı vardı son zamanlarda. Birçok kişiye kızıyor, onlarla karşılaşmak, konuşmak istemiyordu.

Gece yarısına doğru Beyoğlu’nda ayrıldık, o Osmanbey’e evine gitti, ben Kadıköy’e geçtim.

Ertesi gün öğle üzeri Gazeteciler Cemiyeti’ne giriyordum ki kapıda Münir Süleyman Çapanoğlu’yu gördüm. Haberin var mı, der demez anladım, doğru Osmanbey’e apartmanına gittim.

Sabahleyin erkenden, şehre pek az inen annesi ilk vapurla gelmiş (İçine doğmuş dense yeridir) ama onu daha önce hastaneye (Marmara Kliniği) kaldırmışlar. Kapıcı, annesinin de orada olduğunu söyledi.

Sabah erkenden kalkmış, yüzünü yıkarken birden bir karaciğer kanaması olmuş. Günlerden 9 Mayıs 1954 Pazar.

Sait Faik, 10 Mayıs Pazartesi gece yarısından sonra fenalaşıp 11 Mayıs Salı sabah üç sularında yaşama gözlerini yummuştur.”

Özdemir Asaf, Milliyet Sanat, sayı: 323

***

Son sözü Sait Faik söylesin istedim:

Ben hikâyeciyim diye sizlerden ayrı şeyleri düşünecek değilim. Sizin düşündüklerinizden başka bir şey de düşünemem. O halde bu adamın hikâyesi ne olabilir? Sakın benden büyük vakalar beklemeyin, n’olur?”

(Lüzumsuz Adam, Birahanedeki Adam, Sait Faik Abasıyanık, Bütün Eserleri, Yapı Kredi Yayınları s. 325)

.