5 Nisan 2024
MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ
“Seyahatler çekiyor içim.”
31. 03. 2024/Kartepe
“Bir Hişt Sesi Gelmedi mi Fena.”
Bir yazarı ya da kitabı neden severiz? Neden dönüp dönüp okuruz, ölümünün üzerinden yıllar geçmesine rağmen bizi onu okumaya, konuşmaya çağıran güç nedir?
Yazdıklarında kendimizden, yaşamımızdan, çocukluğumuzdan, anılarımızdan, bizi sevindiren, yoran, gülümseten, içimizi acıtan, unuttuğumuzu anımsatan şeyler bulduğumuz için mi?
Herkesten gizlediklerimizi, kimselerle paylaşamadıklarımızı bir ona anlatmışız da onunla dertleşmek mi istiyoruz?
Bizim sesimiz, dilimiz, sustuklarımızın söyleyeni, unuttuklarımızın hatırlatanı gibi hissetmemizin payı yok mudur onu sevmemizde? Bu biz, kimi zaman bireysel olan ben iken kimi de içinde yaşadığımız toplum, o toplumun ilişkileri, acıları, dertleri, gizli yaraları, gelenek görenekleri, tarihi değil midir?
Sözün özü ben çok sevdim Sait Faik’i. Onun İpekli Mendil’den Kalinikhta’ya uzanan yolculuğu benim de yolculuğum oldu. Bana “Hişşt!” diyen sesi günlüğümün konuğu bugün.
Peki, kimdir Sait Faik, nasıl bir çocukluk yaşadı, nasıl yazdı; balıklar, balıkçılar, kediler, köpekler, martılar, kuşlarla nasıl bir ilişkisi vardı? Doğaya neden bu kadar tutkundu?
İnsanın öz yurdu çocukluğudur, denir. Ben de bu sözü biraz değiştirerek çocukluğumuz bizim kara kutumuzdur, diyorum. Yetiştiğimiz ortam, yetişme biçimlerimiz, aldığımız eğitim, travmalarımız, sevgimiz, sevgisizliğimiz, anlatılan masallar, oynadığımız oyunlar, çocukluğumuzun hayali arkadaşları, hayal kahramanlarımız… Hepsi çocukluğumuzun kara kutusuna kaydedilir. Sık sık çocukluğa dönüşümüz bundandır belki de.
Sait Faik Abasıyanık’ın öykü dünyasına da onun çocukluğundan girmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü pek çok öyküsünde çocukluğunun izleri, esintileri var.
“Soyadı kanunundan önce ‘Abasızoğulları’ diye tanınan aile, soyadı kanunu çıktığında Sait Faik’in isteği ile ‘Abasıyanık’ soyadını alır. Bu soyadı nasıl da yakışır Sait Faik’e.”
Sait Faik, 23 Kasım 1906’da Adapazarı’nda doğdu. Babası kereste ve ceviz kütüğü ticareti yapıyordu. Dönemin ileri gelenlerindendi aile. Baba tarafından dedesinin adını taşır Sait Faik. (Büyüklerin adını alma meselesi de hep korunması gereken bir miras gibi yapışır kimi çocukların yakasına.)
Soyadı kanunundan önce “Abasızoğulları” diye tanınan aile soyadı kanunu çıktığında Sait Faik’in isteği ile “Abasıyanık” soyadını alır. Bu soyadı nasıl da yakışır Sait Faik’e. Çünkü o balıkçılara, yoksul insanlara, doğaya, kedilere, köpeklere, kuşlara, balıklara abayı yakmış bir yazardır.
Doğduğu ev o zamanın bütün kasaba evleri gibi şekilsiz, biçimsiz bir binadır. Pencerelerini kafesler örter. Evin bir sofa, beş oda, bir mutfak, bir hamam, bir de arkadaki iki dönümlük yemiş bahçesinin gölgeliğine denk gelen; nişastalar, pestiller, tarhanalar kurutulan bir balkon. Sait Faik bu evde çocukluğunu çok rahat geçirir. Hatta Birinci Dünya Savaşı yıllarında bile fazla sıkıntı yaşamadığını hikâyelerinde anlatır. “Beyaz Altın” öyküsü bir yandan ailenin o dönemdeki yaşamını anlatırken diğer yandan kargaşadan beslenip malına mal katan fırsatçıları yeren bir içeriğe sahiptir. Yine “Babamın İkinci Evi” ve “Orman ve Ev“ adlı öykülerdeki mekân, Adapazarı’ındaki, doğduğu, çocukluğunun geçtiği bir sofa, beş oda, bir mutfak, bir hamam ve balkonunda nişastalar, pestiller, tarhanalar kurutulan evdir.
Yaramaz bir çocuktur Sait; eve barka girmez, komşu çocukları ile oyunlar oynar, mezarlıklarda ağaçlara tırmanır. Oyun anılarını, yaşadıklarını, duyumsadıklarını, yaptığı ve eylediklerini; kırgınlıklarını, küskünlüklerini, içtiği meyhaneleri, sabahçı kahvelerini hikâyelerinde anlatır. Yani yaşadığını, en iyi bildiğini yine iyi bildiği bir dille anlatır. Onun öykülerini okurken çocukluğumuzda tırmandığımız ağaçlar, düşüp kolumuzu bacağımızı kırdığımız günler, mahallemizdeki huysuz ihtiyarlar, ağaçların dallarından sürü sürü uçan kuşlar bir bir canlanır gözümüzde. İşte biraz da o nedenle severiz Sait Faik öykülerini.
Adapazarı’ında kendi mahallesinde okula başlar Sait. Kirazlı Mescit’te Şeker Hoca’nın verdiği dersleri ezberleyecektir. Ama daha okula başladığı ilk gün bu okulda okumaktan hoşlanmadığını anlar. Babası onu tacir yapmak, annesi de yakışıklı bir hariciyeci olarak görmek ister. Sait bu okuldan alınır, Rehberi- i Terakki okuluna verilir. İlköğrenimini burada tamamlar. Sonra annesinin oğlunu hariciyeci yapma ısrarı üzerine baba işini İstanbul’a taşır. Sait Faik İstanbul Erkek Lisesine başlar. 10. sınıfta iken Arapça hocası Salih Bey’in minderine iğne koydukları için kırk bir arkadaşıyla birlikte başka illere sürgün edilirler. Sait Faik de Bursa Lisesine gönderilir. İlk öyküleri “İpekli Mendil” ve “Zemberek“’i Bursa’da lise öğrencisi iken yazar. Bursa’daki edebiyat öğretmeni bir yazma ödevi verir. Sait Faik de “İpekli Mendil“i yazar. Öğretmen öyküyü çok beğenmiştir, sınıfta okur, herkes Sait Faik’i alkışlar. Öğretmeni bu ödevle onda yazma yetisi olduğunu fark eder, ilerde büyük yazar olacağını söyler.
1928’de liseyi bitirince İstanbul’a döner, Edebiyat Fakültesine başlar. Orada da aradığını bulamamıştır. Fakülteden ayrılır, babasının isteği üzerine iktisat öğrenimi yapmak için İsviçre’nin Lozan şehrine gider. Orayı da sevmez. Beş gün sonra Fransa’nın Grenoble şehrine geçer. Bu şehri sever. Orada üç yıl kalır, gönlünce yaşar. Bu üç yıl onun sanatçı kişiliğini geliştirir. “Bir Vapur” öyküsünde Todla vapuru ile yurt dışına giderken yaşananları öyküleştirir. “Louvre’dan Çaldığım Heykel”, “İhtiyar Talebe”, “Meserret Oteli” öyküleri yazarın Gronoble’deki yaşamından izler taşır.
1935’te sonu gelmez öğrenimi, uzayıp giden aylaklığı (!) babası tarafından yeter bulunarak geri çağrılır. İstanbul’a dönünce bir işte çalışmak istese de girdiği işlerde dikiş tutturamaz. Örneğin Halıcıoğlu Ermeni Yetim Okulunda Türkçe grubu dersleri öğretmenliğine atanır. Çocukları susturma konusunda bir papazla yaptığı tartışma sonrası okuldan ayrılır. Babası ticaret yapmasını uygun bulur, eski tanıdıklarından biriyle kuru fasulye ticaretine başlar. Sermayeyi babası koyar. Fakat bu eski tanıdık Sait Faik’i kandırır, fasulyeleri gizlice satarak yerine ceviz koyar. Böylece ticaret yaşamı da sona erer.
Bütün bunlar yaşanırken bir yandan da öyküler yazan Sait Faik’in ilk kitabı Semaver 1936’da yayımlanır. Kitapta pek çok yanlış olması Sait Faik’i üzer. Yine de kıvançlıdır. Kitabının yayımlandığı gün yazdığı bir mektupta “O gün ne güzel bir gündü. Deniz ne serindi. Ne güler yüzlü idi sandallar, çocuklar, kadınlar.” diye yazar.
Sait Faik’in neyin peşinde olduğunu anlamak zor değildir. O öykünün ardına takılmıştır. Aylaklık onun dışardan görünen yüzüdür. İlk kitabından sonra öyküler yazmaya devam eder. 1939’da ikinci kitabı Sarnıç yayımlanır. Aynı yıl babası ölür. Hikâyelerinde bu ölümün izleri hiç görülmez.
Üçüncü kitabı Şahmerdan (1940) çıkınca “Çelme” adlı öyküsünde halkı askerlikten soğutmaya yönelik propaganda yaptığı gerekçesi ile askeri mahkemeye verilir. Ankara’da yapılan yargılamada temize çıkar. 1944’te Medarı Maişet Motoru ( adı sonradan Birtakım İnsanlar olur) yayımlanır ama asılsız bir ihbarla kitap toplatılır. Annesinin de oğlunun başına beladan başka bir şey getirmeyen edebiyat hevesine karşı çıkması Sait Faik’i iyice üzer. Bu olaydan sonra yazıya küser, Burgazada’ya çekilir, babasının mirası ile yaşamaya devam eder. Zaman geçirmek için balıkçılarla balığa çıkar, tutuğu balıklardan birazını kendisi alır, gerisini dağıtır. Çamlıklarda toprağa uzanır, oralarda uyur ya da sevdiklerini düşünür, yapacaklarını düşler, kitap okur, şiirler yazar. Burgaz’ın fundalığından mavi suları, buğular içinde yüzen karşı adaları seyreder. Etrafında martılar uçar, köpeği Arap bir kaya üstünde güneşlenir.
Balıkçılarla balığa çıkar demişken “Sinağrit Baba” öyküsünün yazılma sürecine değinmeden geçemeyeceğim. Yine aylaklık günlerinden birindedir. Eski bir tekne ile balığa çıkmak üzere olan iki gençle karşılaşır. Kendisini de yanlarına almalarını ister. Gençler teknelerine güvenemedikleri için Sait Faik’i o gün tekneye almazlar. Yazar da gider Sinağrit Baba’yı yazar. Ertesi gün aynı gençlerle karşılaşınca balık tutup tutamadıklarını sorar. Gençler iki sinağrit tuttuklarını, otuz liraya satıp kendilerine rakı sofrası kurduklarını söyleyince Sait Faik “Ben de sinağritin öyküsünü yazdım, elli lira telif alacağım, der. Bu anısında da gördüğümüz gibi yazıya ve insanlara küsse de onlarsız yapamaz.
Sait Faik’in bu küskünlüğü uzun sürmez. Çünkü içindeki yazma isteği onu rahat bırakmaz. Yazı hayatına yeniden döner. Hani o hepimizin çok iyi bildiği “Yazmasam deli olacaktım,” sözü bu sürecin sonunda yazdığı “Haritada Bir Nokta” adlı öyküde yer alır: Yazı hayatına tekrar döner ve 1948’de Lüzumsuz Adam yayımlanır. Bu tarihten itibaren verimli bir yazı yaşamı başlar.
Yazı hayatına dönünce Burgaz’dan İstanbul’a da döner. Gecelerini, günlerini Beyoğlu’nda geçirir. Beyoğlu’nun en izbe batakhanelerine gece yarıları bile girmekten çekinmez. İstiklal Caddesi’nde aşağı yukarı dolaşır, insanları inceler. Gecelerini Bulgar Çarşısı’ndaki evinde geçirir. Uzun uzun dolaşır, görür ve sonra bir yere kapanır ve yazar. Kimi de kalemi kâğıdı cebine sokar, Burgaz’daki çamlığa gider. Orada doğa ile baş başa aklına geleni yazar. Çok kez de evde geç saatlere kadar çalışır. Hikâyelerinin çoğunu sarı yapraklı bir okul defterine kurşun kalemle yazar.
Yazı yaşamına yeniden dönen yazarın eserleri birbiri ardına yayımlanır: Mahalle Kahvesi 1950’de, Havada Bulut 1951’de, Kumpanya, Havuz Başı 1951’de, Son Kuşlar 1952’de, Kayıp Aranıyor (roman) 1953’te, Alemdağ’da Var Bir Yılan ve Az Şekerli 1954’te, Tüneldeki Çocuk 1955’te yayımlanır.
1944’te hastalanan yazara siroz teşhisi koyar doktorlar. Yaşamı zorlaşmıştır. Doktorların uyarısına elinden geldiğince uyar.
(Bu noktada doktoru Fikret Ürgüp’ü de anmak isterim. Sait Faik’in hem doktoru hem de dostu olarak onu daha yakından tanıyan Fikret Ürgüp’ün Sait Faik’le ilgili pek çok konuya değindiği kitabı Cevapsız Kalan Telgraf 2019’da Everest Yayınları’nca yayımlandı.)
1951’de tedavi için Paris’e gider fakat orada fazla duramaz. Karaciğerinden parça alınıp tahlil edilmesi gerektiği söylenince korkmaya başlamıştır. 31 Ocak’ta gittiği Paris’ten 4 Şubat günü döner. Sait Faik bu yolculuğu şöyle anlatır:
“Gittim o canım Paris’i göreceğim diye. Titreyen kalbimin tayyareden iner inmez garip bir lakaydi ile, hatta pişmanlık duygusunu hissettim. Büyük şehri 24 saat dolaştım. Her taraf bana tatsız geldi. Anladım ki ne Paris benim bıraktığım şehirdir, ne ben o zamanki Sait Faik’im. Daha fazla duramadım yine tayyareye atladım ve geldim.”1
Bu yolculuktan sonra artık ölüme doğru gittiğini hisseder. Ölümünden üç ay sonra Ağustos 1954’te Varlık’ın 409. sayısında yayımlanan “G” adlı hikâyesinde ölüm için şunları yazar:
“Kaç saat var ölüme? Bu sene mi? İki sene mi? Yoksa daha mı az? Beklenir… Ne beklenecek? Mucize ! İlimde mucize yoktur. Bilinmez, keşfedilmemiş kanunlar bulunabilir ama… Şimdiye kadar yapılan tüm tahlillerde meydana çıkmamış bir şey olabilir. Olmamış olmasına ama, milyonda bir ihtimalle olabilir. Züğürt tesellisi. Tabiatın şakası yoktur. Ağır ağır öldürmek istedi mi ağır ağır, çabuk çabuğa niyetlendi mi koşar adım…” 2
Ölüme gittiğini bilmek, yaşamı tutkuyla seven bir insan için nasıl dayanılmaz bir acıdır. “Hişt Hişt!” adlı öykünün sonu bir anlamda bu tutkuyu dile getirir.
“Nerden gelirse gelsin, dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin. Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları. Hişt hişt hişt hişt hişt hişt.”
“Sevmek Korkusu” adlı öyküde “Oluşundan önce hissedilen şeyler çok defa felakettir,” der. Sanki bu cümle, o felaket yaklaşıyor, der gibidir.
5 Mayıs 1954’te bir kriz geçirir, hastaneye kaldırılır. 10 Mayıs’ı 11 Mayıs’a bağlayan gece saat 2.35’te yaşama gözlerini yumar. Sait Faik’in beklediği mucize gerçekleşmemiş, doğa yasaları kendini göstermiştir.
Sait Faik’in yaşamında annesinin büyük bir rolü ve desteği vardır.
Bir gün sanatçı dostları arasında, Türkiye’de sanatçıları koruyan kişilerin olup olmadığı tartışılır. Biri “Türkiye’de hiç mezen yoktur,” der.
Sait Faik atılır: “Vardır,” der.
Kim, diye sorarlar. “Annem,” der.
Anacığı Sait Faik’in tek koruyanı, kollayanı, destekçisi, en anlayışlı dostu, tek sır yoldaşı oldu dünyada. Kereste tüccarı babasına kalsa, babanın işini devam ettirmeliydi. Avrupa’ya gönderdiği oğlunun oradan eli boş döndüğünü görünce, onun hiçbir işe yaramayacağına hükmetmiştir. Ama anası oğluna güvenmiş ona bu güveni hep hissettirmiştir. Kırk yedi yıllık yaşamı boyunca Sait Faik’i hem gönülden, hem paraca desteklemiştir. Burgazlı bu annenin koşulsuz desteklediği bu oğul Türkiye’nin sayılı hikâyecilerinden biri oldu. 3
Annesi, ölümünden sonra da onu desteklemeye devam etti, adına öykü ödülü koydu. Günümüzün en prestijli ödüllerinden biridir Sait Faik Hikâye Ödülü. Ödül, yazarın annesinin 22.1.1963’te ölümü üzerine Darüşşafaka Derneği tarafından yaşatılmaktadır.
Ölümünün üzerinden 70 yıl geçti. Eserlerinin telif hakkı mayısta sona erecek. Onun tanınır, bilinir ve her şeyden önemlisi sevilen bir yazar olduğunu bilen yayınevleri para kazanma hırsıyla kim bilir nasıl özensiz baskılar yapacak ve kitaplarını satışa sunacaklar. Satışa sunacaklar, diyorum çünkü kazanmanın krallığının hüküm sürdüğü bir edebiyat ortamımız var ne yazık ki. Ben kitaplarını, yetmiş yıl boyunca eserlerine telif veren yayınevlerinden almaya, okumaya ve Sait Faik’i sevmeye devam edeceğim.
İpekli Mendil’le başlayıp Kalinikhta ile son noktayı koyduğu öyküleri okurlarında yaşamaya, onları düşündürmeye, uykusuz bırakmaya, yer yer hüzünlendirip yer yer gülümsetmeye devam ediyor.
Sait Faik’e Güncel Bir Soru
Biliyor musun bugün, senin de çok sevdiğin ülkenin mahallelerinde, kentlerinde, köylerinde seçim var. Beş yıl boyunca halka hizmet götürecek (!) kişiler seçilecek. Ne dersin, ölürken bile yakalanacağı oltayı kendisi seçen Sinağrit Baba bugün kime oy verirdi; doğanın, denizlerin, balıkların, kuşların, çiçeklerin, böceklerin, insanların uyum içinde yaşaması için kimi seçerdi?
Yanıtı duyar gibi oluyorum: “Oğlum patlak göz. Ben insanoğlu. Sen hayvanoğlu. Bundan milyonlarca sene evvel her ikimiz de kurttuk, solucandık, tek hücreli mahlûktuk. Ondan evvel boşlukta bir tozduk. Sonra bak işte bu hale geldik. Bundan sonra belki böyle kalırız. Belki değişiriz. Ama böyle kalmayalım. Siz de bedbahtsınız, biz de.”4
.
Kaynaklar
- Türk Klasikleri, Sait Faik Abasıyanık, Hayatı, Sanatı, Eserleri, Haz. Muzaffer Uyguner, Varlık Yayınları, İstanbul 1964, s. 11 ↩︎
- Sait Faik Abasıyanık, Bütün Eserleri, Yapı Kredi Yayınları, istanbul 2009, s. 1441 ↩︎
- Haldun Taner, Ölürse Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1998, s. 150 ↩︎
- Türk Klasikleri, Sait Faik Abasıyanık, Hayatı, Sanatı, Eserleri, Öyle Bir Hikâye, Haz. Muzaffer Uyguner, Varlık Yayınları, İstanbul 1964, s. 72 ↩︎
.