19 Kasım 2023
SEVDA MÜJGAN
Hüseyin Rahmi; anneanne, teyzeler ve dadılardan oluşan kadınlarla dolu bir evde büyür. Akrabaları, komşuları tüm kadınların konuşmalarını, anlattıkları masalları, çevrelerinde yaşanan aşk ve cinayet hikayelerini, bâtıl inançları, örf ve adetleri dinleyerek büyür, düş gücü onlarla beslenir.
Safrancılar Kethüdası (bazı devlet görevlilerinin işlerini yürüten yardımcı) Hacı Ahmet Efendi’nin torunu Safranbolulu Ayşe Sıdıka Hanım, 17 Ağustos 1864 tarihinde akşam ezanı okunurken İstanbul Ayaspaşa’da bağ odaları diye anılan evlerden birinde bir erkek çocuk dünyaya getirir. Genç kadının eşi Mehmet Sait Paşa, Sultan Abdülaziz’in yaveri olduğu için saraya yakınlığı nedeniyle bu semtte oturmaktadırlar.
Dünyaya gelen bu yeni konuğa, muharrem ayı içinde doğması nedeniyle “Rahmi” (merhametli) adı verilir. “Hüseyin” adını ise Rus Muhaberesi’nde bir kolunu yitiren dedesi Çolak Hüseyin Efendi’den alır. (Hüseyin Rahmi, Soyadı Kanunu çıktıktan sonra kendisine soyadı olarak Gürpınar’ı seçecektir.)
“Sen ağlarsan annen daha çok hasta olur.”
Ayşe Sıdıka Hanım, “derdi deva nâpezir” (devası olamayan dert) denilen hastalığa (verem) tutulduğunda henüz 22 yaşındadır. Bir kandil gecesinde önünde iki mum yanan aynanın karşısında belinden aşağı dökülen uzun siyah saçlarını tararken dizlerine sarılmış onu seyreden oğluna gözyaşları içinde bakar. Tarağı elinden bırakır. Oğlunu kendisine doğru çekerek yüzünü avuçlarının arasına alır. Sorar: “Rahmi, annesiz kalırsan ne yaparsın?” Henüz 4 yaşında olan Rahmi için bu sorunun bir anlamı yoktur. Onu annesinden kim ayırabilirdi? O, annesinin kucağında çok mutludur. Onun için ötesi yoktur. Oysa genç kadın, vereme tutulduğunu ve onu bekleyen kaçınılmaz sonu bilmektedir. O sırada odaya giren anneanne de birbirine sarılan ana oğula (kızına ve torununa) yaşaran gözlerle bakar. “Kızım, minarelerde kandiller yanmış, oğlanı ver, biraz avutayım.” der. Ayşe Sıdıka Hanım, oğlunu annesine uzatırken “Alınız. İşte size bir bergüzar (anılmak için verilen armağan).” der. “Yüzü tıpkı bana benzer. Ona baktıkça beni görmüş gibi olursunuz.”
Genç kadının yataklara düşmesi gecikmez. Odalarda fısıltıların dolaştığı, herkesin gizli gizli ağladığı evin neşesi kaçmıştır. Küçük Hüseyin Rahmi’yi sevmek için kucaklarına alan herkes ağızbirliği etmiştir: “Vah, zavallı yavrucak!”
Kırmızı perdeli geniş odanın bir köşesinde yüksek bir döşekte yatan Ayşe Sıdıka Hanım, oğlunun her gün bir kez olsun yanına getirilmesini ister. Birbiri üzerine yığılmış yastıkların önünde oturur gibi yatan genç kadın, oğlunu görür görmez kollarını ona doğru uzatır ancak onu hastalığının oğluna bulaşması korkusuyla bağrına basamaz, kendisinden uzak tutar. Küçük Rahmi’nin kafasında annesine ne olduğu sorusu yanıtsız durur. Annesini yakan, boğan, eriten şey nedir? Ölüm denilen korkunç heyulânın annesini ondan kaçırmak için kanatlar taktığını anlayamaz. Anlayabilseydi annesinin koynunda, dalacağı büyük uykuda onunla birlikte olmayı isterdi.
Evleri fesli şapkalı doktorlar, annesini basan sıkıntıları hafifletmek için sarıklı hocalarla dolup taşar. Hüseyin Rahmi, sık sık gelen beyaz, uzun sakallı, yüksek şapkalı bir doktorun büyük annesine “Bu çocuğu hastanın yanına pek sokmayınız, öptürmeyiniz.” dediğini duyar. Annesini görmek isteyen çocuğun tepinip ağlamaları kâr etmez.
Mehmet Sait Paşa, sık sık yinelenen isyanlardan birini bastırmak üzere alayıyla birlikte Girit’e gönderilmiştir. Ne eşinin ne oğlunun yanında olması mümkün değildir.
Evlerinin uzaktaki akraba hanımlar, komşu kadınlarla düğün evi gibi kalabalık olduğu bir gün sofanın bir köşesine büzülüp ağlayan Hüseyin Rahmi’yi önünden geçen her kadın bir kere öper, içlerinden biri arkasını okşayarak “Hanım, bakınız, çocuğun yüzüne şimdiden öksüzlük çöktü.” der. Öksüzlük nedir? Ardından “Seni annenin yanına götüreceğiz.” diyen bir ses… “Orada sakın ağlama. Sen ağlarsan annen daha çok hasta olur.”
Küçük çocuk odasına girince oldukça zayıflayan ve değişen annesini tanımakta zorluk çeker. O annesi miydi, başka bir kadın mı? Kulağına ulaşan “Korkma yavrum. Gel, gel, ben annenim.” diyen ses… Bu, annesinin sesidir. Genç kadın ter içindedir. Nefes alırken göğsü hızlı hızlı inip kalkar, bütün vücudu sarsılır. Birden çırpımaya başlar, nefes alamaz. Başı yastığa düşer. Büyük annesi, “Ah yavrum!” diyerek genç kadının üstüne kapanır.
Bir kadın Hüseyin Rahmi’yi elinden tutup koşturarak lalasına (çocuğun bakımı, eğitim ve öğretimiyle görevli kimse) teslim eder. Eline bir külah şeker tutuşturulan çocuk, hem şekerini yer hem ağlar. Artık “Annem nerede?” sorusunun tek bir yanıtı vardır. “Cennete gitti.”
Cennet neresidir? Nurdan ufuklar içinde, yeşil ağaçlar, çimenler, havuzlar, fıskıyeler, çiçekler, bülbüller, huriler ortasında bir anne…
Feryat figan, morara morara, uzun zun ağlayan bir çocuk… Aile fertleri bir sözünü iki etmez, her istediğini yapar. Biri dışında… “Annemi görmek istiyorum.
“Ben bu okula gitmeyeceğim!”
Hüseyin Rahmi, o sırada Girit’te görev yapan babasının yanına Hanya’ya gönderilir. Dört yaşında da olsa paşa çocuğudur. Hemen bir okula verilir. Ancak taşrada alacağı eğitimin öğrenim hayatını olumsuz etkileyeceği düşüncesiyle İstanbul’a anneannesinin yanına dönmesi uygun görülür. Babası da bu arada yaşamını başka bir kadınla birleştirmiştir. Hüseyin Rahmi, Aksaray’da Yakupağa Mahallesi’nde anneannesinin evinde büyür. (Bu ev ne yazık ki büyük Aksaray yangınında (1911) yanıp kül olacaktır.)
Hüseyin Rahmi, Yakupağa Mahalle Mektebi’nde hocası İmam Şükrü’den hiç hoşlanmaz. Başka bir mektebe gitme isteği dikkate alınmaz. Küçük çocuğun meşinden oyuncak bir el fıskiyesi vardır. Onu suyla doldurur, hocasının yüzüne sıkıp kaçar. Öfkeden deliye dönen hocası evlerine haber gönderir: “Bir yakalarsam dayaktan geberteceğim.” Bu gözdağı üzerine Hüseyin Rahmi’nin dileği gerçek olur, okulunu değiştirirler.
Mahmudiye Rüşdiyesinin (ortaokul derecesinde eğitim kurumu) sübyan (ilköğretim kurumlarına verilen genel ad) kısmında hocalarını sever ancak Rüştiye’de karşısına öğretmenlik için yetiştirilmemiş, cahil ve kayrılarak o görevlere getirilmiş, cehaletlerinin öcünü de öğrencilerden alan kişiler çıkar. Yerinden kıpırdarsan falaka… “Cahil hocalar, bize hiçbir şey öğretemiyorlar, ben bu okula gitmeyeceğim!” sözleri evde alayla karşılanır. “Baksanız a, oğlumuz hocalarını beğenmeyecek kadar bilimde ilerlemiş.”
Hüseyin Rahmi, ilk kez falakaya yatırıldığı günü hiç unutamaz. Falakayla cezalandırılacaktır ancak ortada böyle bir cezayı gerektirecek bir suç yoktur. Hoca’nın aklına öyle esmiştir. Sürüklenerek götürüldüğü hocanın karşısında ayakları ipe geçirilir, değneklerin biri iner, biri kalkar. Ruhsal olarak duyduğu acı, ona tabanlarının acısını bile unutturur.
Bu olaydan sonra bir daha o mektebe gitmeyeceğini büyük annesine boşuna anlatmaya çalışır. “Okula gitmeyip de tulumbacı mı olacaksın, beygir sürücüsü mü?” Sonunda çareyi okul zamanı evden çıkıp çantasını bir duvar kovuğuna sakladıktan sonra başıboş dolaşmakta bulur. Okuldan kaçtığı ortaya çıkınca büyük teyzesinin evinde soluğu alır. Sonunda onu anlayan biri karşısına çıkar: Eniştesi. Eniştesi öğreniminin derecesini anlamak için onu küçük bir sınavdan geçirir. Bu sınavdan alnının akıyla çıkan delikanlı için söylenecek en doğru sözü söyler. “Ben bu çocukta okul kaçağı hali göremiyorum. Burada anlaşılamayan bir sır var.” Böylece ona Rüştiye’den Mahrec-i Aklâm Mektebi’ne (memur yetiştirme amaçlı meslek okulu) geçmenin yolu açılır. Ancak bir süre sonra Mahrec-i Aklâm Mektebi ortadan kaldırılarak idadi mektebi (lise derecesindeki okullara verilen ad) olarak varlığını sürdürür. Hüseyin Rahmi, tarih öğretmeni Abdurrahman Şeref Bey’in o sırada müdürlüğünü yaptığı Mülkiye Mektebinde (sivil yönetici sınıfını yetiştirme amacıyla açılmış olan okul) onun önayak olmasıyla öğrenimini sürdürür. 18 yaşından aşağı öğrencilerin kabul edilmediği bu okula girdiğinde Hüseyin Rahmi 14 yaşındadır. Abdurrahman Şeref Bey, “On sekiz diyerek kayıt ediniz, zeki bir çocuktur, üzülmesin.” diyerek öğrencisine arka çıkar.
“Yat uyu, hasta olacaksın!”
Hüseyin Rahmi, bu arada özel Fransızca dersleri alarak Fransızcasını da ilerletir. Mülküye Mektebi’nin ikinci yılında hastalanır. Ağzından kan gelmeye başlaması, annesi ve halaları veremden öldüğü için büyük annesini kaygılandırır. Bir yıl tedavi görür. İyileşir ancak hastalığın yeniden ortaya çıkabileceği düşüncesiyle onu okuldan alırlar. Hüseyin Rahmi’nin öğrenim hayatı böylece sona erer. O da Fransızcaya ağrlik verir. Öğrenimini sürdürmeyi çok ister ancak ailesi izin vermez, ders çalışmasını da istemezler. O yine de herkes uyuduktan sonra yatağından kalkar, lambasını yakarak küçük çalışma odasına çekilir. Büyük annesi, teyzesi arkasından yetişmekte gecikmez. “Yat uyu, hasta olacaksın!” Lambasını söndürürler. Verem hastalığı, Hüseyin Rahmi’nin kişiliğini derinden etkileyecek, onu mikroptan korkan, temizlik konusunda aşırı titizlik gösteren, eldivensiz gezmeyen, toklaşmaktan kaçınan bir hastalık hastası yapacaktır.
Hüseyin Rahmi; anneanne, teyzeler ve dadılardan oluşan kadınlarla dolu bir evde büyür. Akrabaları, komşuları tüm kadınların konuşmalarını, anlattıkları masalları, çevrelerinde yaşanan aşk ve cinayet hikayelerini, bâtıl inançları, örf ve adetleri dinleyerek büyür, düş gücü onlarla beslenir. Geleneksel bir yaşam süren bu kadınlar arasında onlara özgü birtakım davranış biçimleri geliştirir. Onlardan nakış işlemeyi, dantel örmeyi, yemek yapmayı, müziği ve güzel olanı sevmeyi öğrenir. Çocukluğunda yaramazdır ancak yaşı ilerledikçe içine kapanır.
(Çocukluğunda özentiyle başlayan örgü ve dantel merakı, sonraki yıllarda yalnızlığını gideren, sıkıntılarını unutturan bir dosta dönüşecektir. Şu anda kapalı olan Heybeliada’daki evini bir gün ziyaret etme olanağı bulursanız yatağının üzerinde serili işlemeli pembe örtünün Hüseyin Rahmi’nin elinden çıktığını anımsayınız. Odadaki danteller, duvarlarda asılı peyzajlar da.)
Monte Kristo (Aleandre Dumas), Lord-Hobb (J. Lermina), Hasan Mellah ve Paris’te Bir Türk (Ahmet Mithat Efendi) etkisinde kaldığı ilk kitaplar olur. Komşuları Vidinli Tevfik Paşa’nın aralarında 90 ciltlik Voltaire külliyatının da bulunduğu Fransızca yapıtlardan oluşan kütüphanesini ona armağan etmesiyle Fransız romanlarına duyduğu hayranlığın temelleri atılır. (Bu kitapların çoğu ne yazık ki büyük Akasaray yangınında yok olacaktır.) Bu, onu yerli romanlardan uzaklaştırır.
Hüseyin Rahmi’nin babası Mehmet Sait Paşa’nın eski usulde şiirleri vardır. Bu eğiliminin oğlunun edebiyata yönelmesinde payı olduğu düşünülebilir. Hüseyin Rahmi’nin henüz 12 yaşındayken kaleme aldığı Gülbahar Hanım adlı piyesi de Aksaray yangınından kurtulamayacaktır.
“Bu çocuk şu sözleri yazamaz.”
Hüseyin Rahmi, Yanya’da bulunan babasına her hafta bir mektup yazar. Sait Paşa, oğlunun mektuplarıyla övünür, arkadaşlarına onları okutur ancak “Hayır, ihtimali yok. Bu çocuk şu sözleri yazamaz, sizi aldatıyor.” sözleriyle karşılaşır, kuşkuya kapılır, oğluna “Başkasının yazdığı satırların altına imza koymak münasebetsizliğine alıştığını istemem.” diyerek tepki gösterir. Babasının bu tavrı, genç Hüseyin Rahmi’yi yaralar.
Ceride-yi Havâdis gazetesinde yayımlanan ilk yazısı Bir Genç Kızın Avâze-i Şikâyeti’dir. (24 Kasım 1884) Bu, ağdalı bir dille yazılmış bir öykü taslağıdır. Hüseyin Rahmi, 20 yaşındadır.
Genç Hüseyin Rahmi, bir paşa çocuğu olması dolayısıyla ailesinden gelen ekonomik rahatlığın yanında yapıtlarından en çok para kazanan ve kalemiyle geçinen bir yazar olma yolunda ilerleyecektir.
Kaynaklar:
Refik Ahmet Sevengil, Hüseyin Rahmi Gürpınar (Hayatı, Hatıraları, Eserleri, Münakaşaları, Mektupları), Hilmi Kitabevi, İstanbul 1944.
Efdal Sevinçli, Hüseyin Rahmi Gürpınar – İnceleme, Arba Yayınları, İstanbul 1990.
Abdullah Harmancı, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Öyküleri ve Öykücülüğü, Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim dalı Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı Doktora Tezi, Konya 2010.
–