Her Şey Şiirdi, Her Şey Dizeydi

16 Ocak 2024

EDİP CANSEVER

(…)

Okul anılarım içinde pek ilginç bir olay yok. Ekmek karnesini evde unuttuğum günler bahçe parmaklığından aldığım ekmek ayvaları… Öğle tatillerinde sürekli dama oynamalar… Bir de okul dönüşü ya da sabahları tramvayda bakıştığımız bir kız var ki birbirimize tek söz söylemeden okulu bitiriyorum. Yüksek öğrenim ilgilendirmiyor beni ya da yanlış bir okul seçtiğimi çabuk anlıyorum. Sonraları felsefe okumadığım için hayıflandığımı çok iyi anımsarım. 

Babamın Kapalıçarşı’daki dolabında (O zamanlar bugünki gibi dükkânlar sayılıydı. Yerden yüksekçe, minderli, tahta kepenkli dolaplar vardı.) ticarete başlıyorum. Gerçi ticaret de ilgilendirmiyor beni. Oldum bittim alışveriş yapmayı hiç mi hiç sevmedim, benimseyemedim zaten. Ne var ki başkaca çıkar yol da yoktu. On dokuz yaşında evli, yirmisinde çocuğu olan bir genç! Hem ev geçindirmek zorunda hem de şiire tutkun. Neyseki birkaç yıl sonra büyük Kapalıçarşı yangınıyla dükkânım kül oluyor. Asma katlı bir başka dükkâna geçiyorum. Ortağım iyi yürekli bir insan. O satışları yönetiyor, bense asma katta okuyup yazıyorum. Şiirle gerçek dostluğumuz o tarihlerde başlıyor ve yirmi iki yıl sürüyor. Ondan sonrası evimde, odamda, kitaplarımın arasında…

Bir gün… Evet, bir gün Tanpınar şiirlerimi görmek istiyor. 17-18 yaşlarındayım. Tünel’deki Narmanlı Yurdu’na gidiyorum. Bana kocaman bir çay fincanıyla kahve sunuyor. Gene kocaman masasına oturup gözlüğünü taktıktan sonra hiçbir bıkma belirtisi göstermeden bütün şiirlerimi okuyor. Okuması bittikten sonra başını kaldırarark (iyice aklımda) ilk cümlesini söylüyor. “Bu şiirler çok güzel, hepsi de güzel. Ama hiçbiri şiir değil!” Tabii bu yargı iyiden iyiye yadırgatıyor beni, yine de anlamış görünerek çıkıyorum dışarı. Çıkmadan daha başka şeyler de söylüyor. Neden ölçülü, uyaklı yazmadığımı soruyor bir ara. Bense sorusunu yine kendisi yanıtladığı için sadece susmayı yeğliyorum. Sonra odanın ortasına bir sürü resim yayıyor. Uzun uzun resme nasıl bakılacağını anlatıyor. Resim üzerinde çok durmamı, resmi çok sevmemi öğütlüyor. Şu kadarını eklemek isterim ki sonradan kitaplarını okumam bir yana, Türkiye’nin en kültürlü sanatçılarından biriyle karşılaştığımı daha o gün anlıyorum. 

1947’de  ne yazık ki bugün bile yakamı bırakmayan bir kitabı, İkindi Üstü’nü yayımlıyorum. Fikirler, Edebiyat Dünyası, Kaynak gibi dergilerde de acemilik ürünlerimi yayımlamaktan kaçınamıyorum. Edebiyat Dünyası ve sonrası benim için bir dönüm noktasıdır ayrıca. Şöyle ki adı geçen dergiyi çıkarmak için iki arkadaşımla birlikte o zamanlar genç sanatçıların toplantı yeri olan Asmalımescit’teki Elit kahvesine gidiyoruz. Sait Faik, Oktay Akbal, Salah Birsel ve yüzlerini ilk kez gördüğümüz başka sanatçılar, uzunca bir masanın başınsa sohbet ediyorlar. Çekinerek sokuluyoruz yanlarına, dergimiz için yazı, şiir, öykü istiyoruz. Hiçbirinden olumlu bir karşılık alamıyoruz. Arkadaşlarım umutlarını yitirmiş olarak çıkıp gidiyorlar. Ben kalıyorum. Salah Birsel yanıma geliyor, dostça, yakın bir ilgi gösteriyor bana. Yeni şiirlerim olup olmadığını soruyor. “Güzel olan ama şiir olmayan” bir sürü şiirim var elbette. Yenilerini yazdıkça getirip okumamı öneriyor. Şiirle başlayan, şiirle süren bir dostluk kuruluyor aramızda. Şiirin gerçek değerlerini, yapı ve teknik özelliklerini anlatıyor uzun uzun. Özellikle dizenin ne olduğunu örnekleriyle vurgulayarak bende gerçek bir şiir yaklaşımı sağlıyor. O günlere dek duymadığım tatlar ediniyorum. “Masa da Masaymış Ha” şiirini yazdığım zaman nasıl sevindiğini, beni nasıl yüreklendirdiğini hâlâ anımsarım.

Yıl 1950. Ankara… Askerlik yılları.. Okula Ulus gazetesinden başka gazete girmiyor. Kitap okumak zaten yasak. Şiirsiz bir altı ay. Hafta sonları fırsat buldukça okuyorum. Anlatacak pek bir şey yok. Renksiz, kupkuru günler. Yanılmıyorsam Kızılay’da, adı Buket olan bir lokantayla Ulus’ta Üç Nal meyhanesine uğruyorum cumartesi akşamları. Cahit Sıtkı’yı, Orhan Veli’yi, daha başka sanatçıları yakından görüp tanımak  istiyorum. Ne var ki böyle bir rastlantı gerçekleşemiyor bir türlü. Yalnız bir gün Ataç’ın beni görmek istediğini, çağırdığını söylüyorlar. Tabii hemen gidiyorum. Bir pastanede buluşup sonra yürüyoruz. Aralıksız sorular soruyor. İyice sıkılıyorum. İnatla, söyleyeceklerimin tam tersini söyleyerek konuşmayı sürdürdükten sonra oturduğu evin kavşağında ayrılıyoruz. Arada evine uğramamı öneriyor. Ama bir daha karşılaşmıyoruz. Yazılarını o kadar sevdiğim bir yazarın kimliği beni ilgilendirmiyor, kısacası ısınamıyorum Ataç’a. O bitmek bilmeyen altı ay bitiyor sonunda. İstanbul’a dönüyorum. Kısa bir izinden sonra Hadımköy dolaylarında Ömerli’de kıta görevime başlıyorum. Okumak için vaktim çok artık. Şiir? Şiir yine yok.

Artık “Yeditepe” yılları. Şiirlerimi Yeditepe’de yayımlıyorum. 1954’te Dirlik Düzenlik adlı şiir kitabım basılıyor. Bugün bakıyorum da “Masa da Masaymış Ha” şiirinden başkası yazılmasa da olurmuş, diyorum. Ayrıca bu şiirden de yaşamım boyunca kurtulamadım. Antolojilerde aynı şiir, şiirimi uzaktan bilenlerin dilinde aynı şiir, yabancı dillere şiir mi çeviriyorlar benden, ille de “Masa” şiiri de olacak. Bir gün Ankara’da Ahmet Muhip Dıranas’ın  bulunduğu bir masadayız. Bir ara Dranas bana döndü, adı geçen şiiri övdü. “Üstad, ben o şiirden bıktım!” dedim “Benim başka şiirlerim de var.” Dranas gülümseyerek “Eh, ben de Fahriye Abla şiirinden bıktım, ne yapalım, her şairin bıktığı bir şiiri vardır.” dedi. Doğruydu elbette. Çünkü ülkemizde çoğu kez bir kuşağın şiiri okunur, yeni kuşaklarınsa yeni okuyucuları çıkar. Öncesi ve sonrasıyla şiirimizi izleyen pek az okur vardır. 

1955 sonrası, şiirimizde genel bir değişim başlıyor. 1957 yılına kadar yazdıklarımı Yerçekimli Karanfil adlı kitabımda topluyorum. 1956’da Oktay Rıfat’ın Perçemli Sokak’ı, 1958’de İlhan Berk’in Galile Denizi, yine aynı yılda Cemal Süreya’nın Üvercinka’sı yayımlanıyor. 1959’da Turgut Uyar’ın Dünyanın En Güzel Arabistan’ı, Ülkü Tamer’in Soğuk Otların Altında adlı kitapları ile şiirimizdeki genel görünüm iyiden iyiye değişip yerleşiyor. Şiiri bir akım olarak görmek,  bir birlikte çıkış alışkanlığı sanmak kolaylığından vazgeçemeyenler,  bu şairleri adlandırmakta gecikmiyorlar: İkinci Yeni. Oysa 1957’de Pazar Postası’nın sanat ekinde bir soruşturma açılıyor: İkinci Yeni için ozanlar ne diyor? O soruşturmayı anımsayanlar bilirler ki İkinci Yeni diye adlandırılan şairlerin şiir anlayışları da şiirleri de birbirinden çok farklıdır. Bu konuyu yinelemekte yarar yok. Yazıldı, konuşuldu, 1977’ye gelindi. 

Yakama hiçbir zaman çiçek takmadım. Ama Çiçek Pasajı’nın bizleri takındığı yeni koparılmış çiçekler gibiydik. Bin dokuz yüz altmışlardaydık. Sanki karaciğer sözcüğü sözlüklerde yoktu. İçkiler dostça sokulurdu bize. Panayot’un zehir gibi şarapları bile. Her şey şiirdi, her şey dizeydi, her şey olgunlaşmamış, adını bulamamış şiirimsilikti. Şiir kavgaları bile doyumsuzdu. Degüstasyon, Nil, Lefter… Sıram sıram sanatçı doluydu. Herkes biraz olsun gecikirdi. Evine, sevgilisine, yalnızlığına… Ankara’dan birileri gelir, İzmir’e birileri giderdi. Demir yolları da, deniz yolları da Balıkpazarı’ndan, Asmalımescit’ten, Beyoğlu’nun arka sokaklarından geçerdi. Lefter’deki laternacı laternanın kapağını açar, Rum sevgilisinin fotoğrafını gösterirdi. “Eski resimler çıkardı, resim resim kokardı onlar.” Diyeceğim Tragedyalar’daki Armenak oralarda içerdi. Hüzün baş duygumuzdu. Yaz günleri sahici denizler, sahici kıyılar olurdu. Ama bizim sığınağımız sonbahardı, cam önleriydi sokağa bakan.

“Bir buluşma yeridir şimdi
            Hüzünlerimiz
Biz o renksiz, o yalnız, o sürgün
medüzalar
Aşar söylediklerimizi çeker gideriz
Ülkemiz, toprağımız, her şeyimiz
Kıyısında camları bozbulanık
             rakılar”

(…)
___________

.

Kaynak: Edip Cansever, Yaşam Öyküsü, Türkiye Yazıları, Haziran 1977, sayı 3.