Hayata Tutunmak, Şiir ve  Enver Gökçe

29 Kasım 2023

METİN TURAN

“Nihil novi sub sole” 
(Güneşin altında yeni bir şey yoktur.)

I.
Sözün zengin anlam katmanlarını unutarak bir şairin söylediklerini yorumlamaya çalışmak, eksik bıraktıklarımızın büyüklüğünü yansıtır.

Enver Gökçe şiiri, bir yanıyla somut gerçekliğin ürünüdür ama bir yanıyla onun edebi ve sanatsal birikiminin kuşatıcılığını yansıtır.

Türk edebiyatçısının, bunu düşünce dünyasının aktörlerini de dahil edip çerçeveyi genişleterek de söylemek mümkün, zihinsel anlamda 1930’lu yıllardan başlayarak ama daha yoğun olarak da ikinci dünya savaşı atmosferinde  yaşadığı ikicil (düailist) yani ilerici-gerici bölünme, gündemini yitirmiş olsa da etkisini koruyagelmiştir. Bu iklim içerisinde uzun mahpusluk yıllarında yitirdiği sağlığına ve içerisine itildiği yoksunluğa karşın edebiyat uğraşını sürdüren, özgün şiirleri yanısıra çeviri ve uyarlamaları [Aydın Tataroğlu adıyla Dede Korkut Masalları (1968), Kelile ve Dimne (1969)] ile üretimde bulunan Gökçe, “arafta” duran aydını ayakları yere basmaya çağırır. Bu anlamda Gökçe, gelenek dendiğinde kendini tekrar eden, yenilik dendiğinde öykünmeciliğe savrulan yönelimlerin karşısında birikimin temsilidir.

II.
Kendi ülkesinde yurtsuz, kendi mahallesinde evsiz bırakılmışların adresidir yüce dağ başı. Dağ, başkasına değil bizzat hayata yük olmak istemeyenlerin kendini kuşatan hayat yükünü başkalarının üstüne boca etmekten kaçınanların mekanıdır aynı zamanda.

“Yüce dağ başında bir koca kartal
Açmış kanadını dünyayı örter
Bazı yiğit vardır ölümden korkar
Ben korkmam ölümden er geç yolumdur” (Başgöz, 2017:150).

Bu dizeleri kayda geçiren ünlü halkbilimcimiz İlhan Başgöz’dür. 1951 yılının Ekim ayında başlayan meşhur TKP tevkifatında tutuklanan 168 kişi  arasında Enver Gökçe de vardır ve bu tutuklama neticesinde en yüksek cezayı alanlar arasında yer alır. Önce İstanbul Sirkeci’deki Siyasî Şubede ardından da Sansaryan Hanı’nın tabutluklarında iki yıl süresince çok ağır işkence gören Gökçe, fiziksel olduğu kadar psikolojik bakımdan da sarsılmıştır.

Enver Gökçe
(Fotoğraf: İbrahim Demirel)

 “Enver’den kötü haberler geliyordu. Yürüyemiyormuş, pantolununu çekemiyormuş. Kışın Çit köyüne dönüp eski evlerinde vakit geçiriyor, yazın İstanbul’da ya Sirkeci otellerinde ya da İhsan’ın yanında kalıyormuş. Dostlarının çoğu aramaz olmuşlar. Yazamıyor, okuyamıyor, iş göremiyormuş. 1967’de Türkiye’ye dönüşümde ilk işim Enver’i aramak oluyor. Yusuf Ahıskalı’nın evinde kalıyormuş, evi de Yaşar Kemal biliyormuş. Yaşar’a uğruyorum, Enver’in odasına varıyoruz. Enver bir yer yatağına bağdaş kurup oturmuş. Yatağın yanında, yerde bir sigara tablası var, izmarit dolu. Geceyi gene uykusuz geçirmiş olmalı. Kucaklaşıp ağlaşıyoruz. Enver sandığımdan da kötü, elleri titriyor, ayağa kalkamıyor, kalksa ayakta duramıyor. Enver bitmiş…” (Başgöz, 2017:151). 

Başgöz, onunla 1953 yılında Sansaryan Hanı’nın üç numaralı hücresinde girişe alıntıladığım bu dizelerle karşılaşır: “Elyazısından hemen tanıdım. Eline nerden kalem geçirmiş de yazmış bilemem. Belki de ifadeni yaz diye vermişler. O da fırsatını kaçırmamış yazmış duvara. (…) Enver orada olmalıydı. Kapıya fâilatün’le vurdum. Biraz sonra 12 numaradan da kapıya aynı ölçüyle vurdular. Enver’in 12 numaralı hücrede kaldığını böylece öğrendim. (…) Ondan sonra Enver  beş yıl daha hapis yattı. Romatizmaları eskiden de vardı ama hapiste iyice arttı. Enver hapisten posası çıkmış bir insan olarak çıktı. Artık yaşamayacaktı. Onun en çileli yılları bundan sonra başladı” (Başgöz, 2017:150).

Gökçe, bir karşı koyma da içeren bu yakıştırmayı 2. Dünya Savaşı ve dolayısıyla faşizmin dünyayı kuşattığı 1940’lı yılların ikliminde dile getirmişti. Hayatın doğrudan tahrif ve tahrip edildiği siyasal kuşatılmışlığın, sadece Türkiye’yi değil, hemen bütün dünyayı sardığı karabasan içinde “yaşama tutunmak” gailesinin mücadelesini vererek. Bir siyasal aktör, bir örgüt elamanı olarak değil; hırpalanmış, işkencelerden geçirilmiş, hakkı yenmiş, emeği sömürülmüş insan olarak bu gailenin şiirini yazar.

Cumhuriyetle birlikte ülkenin yeni bir biçimde yapılandırılmasına başlanıldığı yılların hemen öncesinde, 1920 yılında dünyaya gelir Enver Gökçe. Anadolu’nun herhangi bir kasabası olmaktan türküleriyle ayrılan, Eğin’in Çit köyündendir. On yaşında, “bir godik arpa için” Sivas kapılarından geri gönderildiği yıllarda, Erzincan’dan Ankara’ya göç ederler. 1930’da ilkokula Ankara’da başlar. Ortaokul ve liseden sonra  yüksek öğrenimine Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin Türkoloji Bölümünde devam eder.  Enver Gökçe’nin üniversiteye başlamasıyla birlikte sanat-edebiyata ilgisi de yoğunlaşır. Üniversite yaşamıyla birlikte hem sanat-edebiyat ortamıyla tanışır hem de devrimci tutumu onu etkin eylemlere iter. Dernek ve yayınlara yönelir. Halkevlerince yayımlanan Ülkü dergisinde düzeltmen olarak çalışmaya başlar. Ülkü dergisinin başında, Ahmet Kutsi Tecer gibi halk kültürü birikiminin farkında olan ve bu katkıyı pratiğe aktaran önemli olan bir isim vardır. Şiir anlayışları örtüşmese de Enver Gökçe’nin Ülkü dergisinde iş bulmasının, bir hemşehrilik ilişkisine dayandığını belirtmem gerekir. Tecer de, Gökçe de Erzincanlı ve Eğinli’dirler. Tecer, benzer olanağı, yine Ülkü dergisinde İlhan Başgöz’e sağlamıştır (Başgöz, 2017:128). Böylece edebiyat çevresiyle iç içelik, giderek onun dostlarıyla buluşmasına da etmen olur. Örneğin, yaşamında önemli yeri olan Sefer Aytekin’le burada, Halkevleri dergisinde tanışır. Sonraları da Ant dergisini birlikte çıkarırlar.

Yine bu yıllarda onun şiir dünyasında çok önemli yeri olan Âşık Ali İzzet, Âşık Veysel, Habib Karaaslan gibi halk ozanlarıyla tanışır. Halk ozanlarına olan yakınlığını şöyle vurgular: “O gün iki şey vardı benim için. Bir yanda Garip, hasta sanat anlayışı, diğer yanda dinamik halk edebiyatının yüzü. Bunlar karşı karşıya getirilince ben elbette ki kendi sınıfımdan gelme halk ozanlarından taraftım. Bu yüzdendir o devrede bu şairlerin yanında olmam.” Arif Damar da o yıllara ilişkin anılarını anlatırken Enver Gökçe’nin çağdaşı edebiyatçıların belli yerlerde (Şükran Lokantası gibi) toplanıp ürünlerini okumalarına, sohbet etmelerine pek katılmadığını, Aşık Veysel, Habib Karaaslan, Talibi Coşkun, Ali İzzet Özkan gibi halk ozanlarıyla ahbaplık ettiğini vurgular.

Burada ayrıca belirtmeliyim ki, 1944 yılında Ülkü Yayınları arasında Ahmet Kutsi Tecer imzasıyla yayımlanan Âşık Veysel Deyişler  kitabı da hem  Ülkü’de çalışıyor olması ve Tecer’le olan hemşehriliğinin hem de Gökçe’nin halk ozanlarına olan yakınlığının ürünüdür. Bu kitapta yer alan ve Âşık Veysel üzerine yapılan ilk inceleme de dolayısıyla Gökçe’ye aittir.

Bu ilişkiler ağı bile başlı başına  40 kuşağı edebiyatçılarının ürettikleriyle, toplumsal konumları arasındaki bağı kurmak bakımından önemlidir. Her birinin yaptığı ile söylediği örtüşür niteliktedir ve bunun böyle olmasını özellikle önemserler.

Alman Nasyonal Sosyalist Partisinin “Ein Volk, Eine Partei, Ein Führer” (Tek Adam, Tek Parti, Tek Lider) sloganı, CHP’nin programına “Tek Millet, Tek Parti, Tek Şef” biçiminde aktarılarak “Führer” yerine “milli şef” sanının yeğlendiği İnönü yönetimindeki CHP tarafından, ülkedeki tüm sol ve sosyal demokrat çizgideki aydınların üzerinde baskı oluşturmaya başlanmış; iş daha da aşırı bir noktaya taşınarak “Sınıf” adını taşıdığı için (Rıfat Ilgaz’ın) şiir kitapları toplatılmış, Yayla (Niyazi Akıncıoğlu’nun) adını taşıyan dergi tersinden AL YAY diye okunarak “kızıllığı yani komünistliği alıp yayacaksınız” diye daha yayımlanmadan, taslak halindeyken yayımlamayı düşünenler, hiç haketmedikleri baskılarla yüz yüze bırakılmışlardır.

Devrin İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer döneminde, 4 Aralık 1945’te iktidarın kışkırtması ile bir grup eli sopalı bindirilmiş gençler Sabiha ve Zekeriya Sertel tarafından yayımlanan Tan gazetesini basar ve makineleri parça parça eder, kâğıt bobinlerini sokaklarda yuvarlarlar.  Aynı günlerde Ankara’da emniyetin otobüslerine bindirilmiş gençler Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini basar, Pertev Naili Boratav’ın Karacaoğlan hakkındaki konferansını engellerler. Daha da ileri gidilir, rektör Şevket Aziz Kansu’nun odası basılır, tartaklanır ve zorla istifa ettiğine ilişkin kağıt imzalattırılır. Bununla da yetinilmez bu bindirilmiş öğrenciler kurucuları arasında Enver Gökçe’nin de bulunduğu Denizciler Cadddesi’ndeki Türkiye Gençler Derneğini basar, camlarını kırar, kitaplarını parçalarlar, dernek üyeleri  dövülür. Dernek yöneticileri bu saldırılara karşı direnirseler de iktidarla içiçe geçmiş faşizan odakların çabasıyla Enver Gökçe’nin de aralarında bulunduğu sekiz kişi, komünizm propagandası yaptıkları savıyla üç ay cezaevinde tutulurlar.
  
Türkiye’de çokça görüldüğü gibi adalet sonradan yerini bulur, üç ay sonra beraat ederler. Serbest bırakılırlar. Ama yıldırma ve sindirme politikası sürecektir. Yakaları bırakılmaz. Sokakta, çarşıda, pazarda izlenirler. Girdikleri işten atılmaları sağlanır, ziyaret ettikleri insanlar kovuşturmaya uğrar.

Dehşetli ve korkutucu bir tezgah devrededir. Doğruları söylemekten kaçınmayan aydın, şair, sanatçı ve bilim insanları bu tezgahın içerisine dahil edilerek sürgüne, kıyıma ve yoksulluğa kurban ediliyorlar.

Enver Gökçe, 1951 yılında görev yaptığı Kadırga Öğrenci Yurdundan alınarak meşhur 1951 Tevfikatı sanığı olarak tutuklanır. Bu olayı şöyle anlatır: “Gene  tabutluklar, falakalar ve her türlü insanlık dışı işlemler yapıldı. Ve sonuçta yüz altmış sekiz insan askeri mahkemede yargılandı. Gereği şekilde hepsi de cezalandı. Ben şahsen bu davada hiçbir fayda görmediğim için avukat bile tutmadım. Ayrıca gene hapishaneden tanıdığım pek çok insan da savunmalarını kendileri verdiler. Epeyce direndik. Sonuç olarak şunu söyliyeyim, yüz altmış sekiz kişi bu davada hapsi hüküm giydiler. Sonuçta yedi seneye mahkum edildim. Ayrıca bu cezanın üçte bir bölümlük kısmı kadar da sürgün cezam vardı. Böylece mahkeme sonuçlandı ve herkesi cezaevlerine dağıttılar” (Gökçe, 1981).

Sürgünden sonra İstanbul’da Yaşar Kemal’in yardımıyla Meydan Larousse’da iş bulur. Gökçe buna o dönemdeki “en önemli işim” diyor. Ne var ki bu iş de uzun sürmez, sakıncalı olduğu söylenerek ilişiği kesilir. Yine İstanbul’da çocuk yayınları yapan bir yayınevine Dünya Masal ve Efsaneleri adlı bir dizi için 7-8 kitaplık Çin, Hint, eski Mısır gibi dünya uluslarının efsane ve masallarından çeviriler yapar. Ekonomik sıkıntılar İstanbul’da yaşamasına elvermeyince köyüne döner. Çevirilerinden de bilgi alamaz. Bu durumu “bir kazık da böylece”  diye anar  Gökçe. 

Yıldırma politikası, köyünde de yakasını bırakmaz. Üniversite okumuş biri olarak köye sığınmışlığı, “in” gibi her geçen gün sadece farelerin çoğaldığı bir evde yaşamak zorunda bırakılmışlığı unutularak radyo dinlediği için Sovyetlerden mesaj alıyor bahanesiyle  takibata uğratılır.

III.

Şiirinin kaynakları üzerinde düşünürken kuşku duymadan söylenecek bir söz varsa o da Gökçe’nin köklü bir edebiyat birikimine, Türkçenin zenginliğini kıvrak söyleyişe dönüştürecek beceriye sahip olmasıdır. Ayrıca edebiyat eğitimi almış birisi olarak klasik edebiyatı bildiği gibi halk kültürü ile de içli-dışlıdır. Bu bakımdan şu kolaylıkla söylenebilir ki Enver Gökçe’nin şiirini Nazım Hikmet’le başlayan yeni ve modern ögelerle zenginleşmiş, arka planında da derin bir sezgisel duyuşun bilgi birikimiyle örtüştüğü edebiyat zenginliği beslemiştir.

Edebiyatı farklı kaynaklardan öğrenme ve okuma merakı, en önemlisi de anadiline olan tutkusu, onun sözcüklerdeki şiirsel yükü zenginleştirmesine katkıda bulunmuştur.

Enver Gökçe, ideolojik olarak kendi sınıfının ürünü gördüğü halk edebiyatına özellikle düşkündür ama bir sanatçının sadece kendi sınıfının ürettikleriyle yetinmeyeceğini de bilmektedir. İlhan Başgöz, Gökçe’yle olan anılarını anlatırken özellikle vurguladığı gibi Enver Gökçe iyi bir Divan  Edebiyatı bilgisine de sahiptir. Bu vurgulamayı daha derinleştirmek gerekiyor, bir dönem -1942’lerde- Divan Edebiyatı hayranıdır; Baki’nin, Fuzuli’nin, Nedim’in beyitlerini severek mırıldanır. Gökçe “gönlümüzce”, “evvel madde, âhir fikir”, “şol aşkı bilmezlenenler”, “hayal etmesi zor”, “ben berceste mısraı buldum” derken sadece  divan şiirinin usta söyleme geleneğini yansıtmaz, onun sözcükleri ile de konuşur.

Enver Gökçe, ayrıca dünyanın başka büyük ozanlarını, yurtsever ozanlarını tanımaya  çalışmış bir sanatçıdır. Pablo Neruda’nın, şiirlerini  daha Nobel Ödülü’nü almamışken Türkçeye kazandırması, Ge Sinoviç’ten, Panova’dan, Hayyam’dan çeviriler yapması onun sanatçı kişiliğini değerlendirirken gözden ırak tutulmaması gereken noktalardır. “Bence şiir” der Enver Gökçe, “her şeyden önce bir dil sorunudur: Türk dilinin bütün kollarını inceledim. Türkmence, Kırgızca, Karaimce, Göktürk ve Oğuz lehçeleri ve İstanbul ağzı… bunlar arasındadır. Ayrıca gene dilimizin güzel örneklerinin bulunduğu Dede Korkut gibi destansı halk hikayelerini de saymak gerekir. Ben isterdim ki şiirlerim halkımızın bir türküsü, bir “hoyrat”, bir “elâ gözlü”, yahut bir “bozlak” gibi ezgili bir şekilde okunabilsin. Ta ilk zamanlarda, şiire ilk başladığım zamanlarda bile bu düşüncede idim. Bu yolla şiirlerimin daha etkin ve vurucu olma niteliğine varabileceğini sanıyordum. Bütün çabalarım bu yönde gelişmiştir” (Gökçe, 1981:11).

IV.
Bugüne Kalan
Yakın arkadaşlarının, İlhan Başgöz, Mehmet Kemal, Şevki Akşit, İlhan Atar anlatımlarına bakıldığında Gökçe’nin bir türkü tutkunu olduğu görülür. 1920’lerde mahalleden, sonra DTCF’den, Cebeci’de cezaevinden arkadaşı Mehmet Kemal anlatıyor: “Enver çok güzel türkü söylerdi. Yanık bir sesi vardı. Şarap içerken ona türkü çağırtırdık. Elinin avuç ayasını sakat gözüne kapar, bir türkü tutturur, sonra yavaş yavaş açılırdı. Ondan sonra, biz “Çağırma…” desek de hızını alana kadar söylerdi. En içli söyledikleri Eğin türküleriydi: “Tez gel ağam tez gel eğlenmeyesin/ Elde güzel çoktur bağlanmayasın.” Bu uzun havadan sonra bir oynak türküye geçerdi: “Askere gidişimdir, hoy nanam/Gonca gül derişimdir, hoy da nanam…” (Mehmet Kemal, Acılı Kuşak, 1985:40). Başgöz de “Enver Gökçe, halk türkülerini iyi bilirdi. Küçük ama tatlı ve dokunaklı bir sesi de vardı. Çok üstelersek bize Eğin ela gözlüleri söylerdi” (Başgöz, 2017:146) diyerek Gökçe’nin türkülere olan tutkusuna vurgu yapmaktadır.

Bu sevgi ve alışkanlık, şair kimliğinin bir dolu göstergesi durumundadır. Onun sanat ve sanatçı değerlendirmesi, güncelliğini yitirmeyen çarpıcı belirlemelere dayanır: “Tabiatı ve cemiyeti bir realite olarak almayan, tabiat ve cemiyet hadiselerini, insan ve akıl üstü izahlarla, mantık dışı endişelerle kavramaya çalışan bir felsefe anlayışı san’at ve entelektüel hayatımıza adamakıllı işlemiştir. Kafaları bu pisliklerden kurtarmak ve her şeyden evvel bir insan olan, tabiata ve cemiyete sımsıkı bağlı bulunan sanatçının sosyal varlığını ortaya koymak lazımdır.

Sanatçıyı sosyal problemlerin, halk hayatının, sosyal davaların dışında görenler menfaatleri icabı, rahata alışık olanlardır, sosyal terakkinin hızlandırılmasından korkanlardır, taşlaşmış, yosun tutmuş değerleri muhafaza etmek isteyenlerdir, mariz melankoliklerdir. Oysa ki hayat bütün hareketi, aktivitesi, ileri atışlarıyla diri, canlı ve değişiktir. Hayat dinamizmine can katan, yaşamayı öven, kötülükleri protesto eden, insanlığımızı yükselten sanatçılardan huylananlar, onları fildişi kulede tutmak istiyorlarsa korktukları içindir” (Yeryüzü, Sayı: 3, Kasım 1951).

Enver Gökçe şiiri,  bizim hayat bilgimizi zenginleştiren; estetik/sanatsal anlamda eriştiğimiz varsıllıkla birlikte çoğalan bir şiirdir. Haykıran, meydan okuyan, “kolektif hayat”ın düşünü kurup onun savunusunu yaparken kişioğlunun birey olduğunun altını çizen bir düşünsel düzlemi vardır.  Dolayısıyla da nitelik olarak kazandığı ilerici öz buradan beslenir.

El yazısıyla İlhan Başgöz’e ait bir kitapçığın arkasına yazılmış biçimiyle (Başgöz, 1982:75)
“Senin emekçin olaydım
şen olası türküsü
dost kokusu, dost selamı Türkiyem” Ankara 1945.

Onun işaret fişeğini ateşlediği şair kimliği çok nettir: “Hayatımızın ve aşkımızın şarkısını söyleyen şair, hakkımızı koruyan şair, milletimizden yana olan şair, hümanist şair, barışçı şair, bizleri birbirimize sevdiren şair, kötülüklerin yok edilmesi için savaşan şair, meydan senindir. Sanatın ve düşüncen gerçek olsun” (Yeryüzü, Kasım 1951).

Yukarıda  yaşam öyküsüne ilişkin ayrıntıları aralamaya çalışırken üzerinde durmaya çalıştığım gibi edebiyatçı/sanatçı kimliğini yaratıcı bir paydaya odaklandırır. Bilgilenmeyi bu paydanın vazgeçilmezi sayar. Türkçenin hemen bütün lehçelerini bilme uğraşı, salt Türkolog olma sorumluluğundan kaynaklanmaz, ondan daha öte şair kimliğinin vazgeçilmezi olarak belirir. Öyle olmasa Hayyam, Ge Sinoviç, Panova, Neruda gibi dünyanın en saygın edebiyatçılarının yapıtlarını dilimize kazandırmaya girişir miydi? Dolayısıyla Enver Gökçe’yi okuma ve anlama çabamız, şiir birikimizin önemli bir  dönüm noktası olan 40 kuşağını özümsememize katkıda bulunacağı gibi  bizi ciddi bir hayat bilgisi zenginliğiyle de tanıştıracaktır.

İçerisine hapsolduğumuz hayatı vazgeçilmez saydığımız sürece fukaralığımıza yenilmekten kurtulamayız. Edebiyat ve sanat bir büyük beslenme kaynağı, bir kuvvetli yoksulluğu yenmek uğraşıdır. Sanatçı, yarattığı eserler kadar onların toplamıyla bir karakter insanıdır da. Enver Gökçe kötülerin en kötüsü durumuna düşürülmüş, işinden-gücünden, yerinden-yurdundan, emeği ve ekmeğinden edilmiştir. Kötü olanla teselli edecek hali yoktur. Yerleşmiş kötülüğe karşı iyi olanı yaratma uğraşısındaki şair Enver Gökçe’nin yapmak istediği de dilin olanaklarını olabildiğince kullanarak edebiyat yoluyla güzelliği çoğaltmak, yılgınlık yerine direnç aşılamaktır.

Kaynakça
Altınkaynak, Hikmet, Edebiyatımızda 1940 Kuşağı, Türkiye Yazarlar Sendikası Yayınları, İstanbul 1977.
Başgöz, İlhan (1982). ‘Enver Gökçe İle Bir Nice Yıl’, Yazko Edebiyat, S.17.
Başgöz, İlhan (2007). Gemerek Nire Bloomington Nire Hayat Hikayem, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul.
Doğan, Aydın (1981).  Yaba Yazın Dergisi, Sayı: 27.
Enver Gökçe Yaşamı Bütün Şiirleri (1981). Ayko Yayınları, Ankara.
Gökçe, Enver (1973). Dost Dost İlle Kavga, Doğrultu Yayınları, İstanbul.
Gökçe, Enver(1977). Panzerler Üstümüze Kalkar, Doğrultu Yayınları, İstanbul.
Gökçe, Enver(1982). Eğin Türküleri, Yaba Yayınları, Ankara.
Kemal, Mehmet(1985). Acılı Kuşak, De Yayınevi, İstanbul.

.