Halk Edebiyatında Kadın Şairlere Dair

29 Nisan 2024
Hatice Eroğlu Akdoğan

Desen: Aygül Aydoğdu

Daha önceki bir yazımızda divan edebiyatı kadın şairlerin cinsiyetlerinden dolayı edebiyat çevresi ve toplumsal hayatta yaşadıkları sıkıntılara değinmiştik. Hal böyle olunca ikili bir edebiyat sürecinin yaşandığı Osmanlı döneminde halk edebiyatı alanındaki kadınlar da hemen akla gelmekte. “Edebiyatın halk cephesinde kadınlar var mıydı? Varsa nerede ne biçimde konumlanmıştı?” şeklindeki soruların peşinden giderek bu konuda bir fikir sahibi olmak elbet olanaklıdır.

Öncelikle divan edebiyatı ile halk edebiyatının koşullarının farklı oluşu, halk edebiyatı alanında kadın gerçeğini birçok boyutu ile açığa çıkarmaya engel teşkil ediyor. Bir kere divan edebiyatı, Osmanlı sarayı ve saraya yakın çevrelerde vücut bulmuş bir edebiyattır. Bu alanda ürün verenler genel olarak toplumun okuryazar olan azınlık tabakasına mensuptur. Medrese ya da Enderun’da eğitim görmüşlerdir. Divan edebiyatında ürün veren kadınlar da eğitimli tabakanın (paşa, kadı, şeyhülislam, saray katibi vs.) kızları ya da yakın akrabalarıdır. Halk edebiyatı ise devletin etkisi ve kültürü dışında gelişen, halkın dilinde oluşan, genellikle sözlü aktarımla yaşayan bir edebiyattır. Okuma yazma bilen âşıklar vardır ve bunun yanında şiirleri okuma yazma bilenler tarafından cönklere yazılarak aktarılmış şanslı diyebileceğimiz şairler de vardır.

Bilindiği gibi halk edebiyatı kendi arasında tasavvuf (tekke) edebiyatı, âşık edebiyatı, anonim edebiyat olarak dallara ayrılır. Anonim edebiyat içeriğinin öznesi belli olmadığından bizi ilgilendiren tasavvuf ve âşık edebiyatındaki kadınlardır. Yine de 20. yüzyıldan önceki yüzyıllarda özellikle kendini halkın yoğun olarak yaşadığı kırsalda var eden âşık edebiyatı alanında, kadın şair/ozan kaydına rastlayacağımızı düşünmek biraz saflık olur. Dönemin halkı zaten okuryazar değil, kadınlar ise hiç değildir. Kadınların ozan ya da şairlik eğilimi ise olsa olsa kendi küçük dünyalarında kayda geçmeden yanıp sönen, kadın öldükten sonra sözlü ya da anonim edebiyat alanında kalan bir eylemse zaten orada kadına dair bir iz bulunmaz. 

Tasavvuf edebiyatı alanında Bektaşi tekke ya da dergahlarının önemli bir etkisi vardır. Bektaşi tekkeleri Orta ve Batı Anadolu’da çoğunlukla kentler ya da kente yakın yerlerde yer alır. Bektaşi öğreti, ibadet ve ayinlerine okuma yazması olan nüfuzlu, varlıklı kişilere bağlı olarak onların kadın yakınları da gidip gelir.  Bir dergâha ve onun postnişini baba veya dedeye bağlı olanlar arasında böylelikle kadınlar yer alır. Sazlı sözlü sohbetler ve cem ayinlerine kadınlarla erkekler birlikte katılır. Müritler arasında erkek şairler yanında kadın şairler de çıkar. Belirttiğimiz gibi bu kadınlar kentli ya da yarı kentlidir. Ailesi ekonomik ve siyasi açıdan belirli bir güç sahibidir. 

Kadın şairlerin şiirleri Bektaşilik inancına, değerlerine ilişkin konuları içerir. Kadınların bağlı oldukları postnişin meclisine katılması, pir ve yol aşkı için şiir yazmasında bir sorun görülmez ancak aynı kadınların sosyal hayatın diğer alanlarında nasıl karşılandıklarına dair onların bazı sitemkâr dizeleri dışında çok az bilgi sahibiyizdir. Bunun dışında tasavvuf içeriğinde şiirleri olup Malatya’nın bir köyünde yaşamış olan Şah Sultan’a ait bilgimiz bu konuda çarpıcı ve neredeye şimdilik tek örnektir.  

Bektaşi Dergâhında Şair Olanlar
Cinsiyet ayrımcılığına ilişkin kadınlar arasındaki bilincin yaygın olarak oluşması geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğine denk gelir. Tarihe yönelik araştırmalarda birtakım konu ya da konulara resmi tarih ve erkek egemen bakış açısıyla yaklaşılmış olması dolayısıyla kadınların yaşamına dair ayrıntılar bu bakış açısının gölgesinde kalmıştır. Elbet gün geçtikçe çoğalan araştırmalarla birlikte kadının hem sosyal yaşamı hem kültür sanat ortamındaki yeri ile ilgili daha aydınlatıcı bilgilerde ortaya çıkacaktır. 

“Türkler Anadolu’ya geldikten sonraki süreçte kadınları temsil eden bir kurum/kuruluş var mıydı?” şeklinde bir soruyu takip edecek olursak etik ilkeler etrafında bir esnaf ve zanaatkâr sözleşmesi olan Ahilik teşkilatı paralelinde, XIII. yüzyılda kadınların da üretmek, ürettiğini satmak babında Ahilik kurallarını esas alan bir yapılarının olduğuna ilk olarak Âşıkpaşazade, kendi yazdığı Tarih’te değinmiştir. Kadınların söz konusu teşkilatı Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) diye geçer. Hatta Bacıyan-ı Rum’un ilk liderinin de Ahiliğin piri sayılan Ahi Evran’ın eşi Fatma Bacı olduğu söylenir. Fatma Bacı, Moğolların Anadolu’yu istila etmesi ve eşi Ahi Evran’ın ölmesinden (1261) sonra Hacı Bektaşi Veli’ye sığınır ve Hacı Bektaş’ın öğretilerinin temsilcisi “Kadıncık Ana” diye anılır. Bunlarla birlikte Bacıyan-ı Rum, kadınların ekonomik dayanışmasını sağlama yanında, Anadolu’nun çalkantılı döneminde savunma ve saldırı eylem ekipleri kurduğuna dair belirtiler olduğu bilinir. Yönetmenliğini Ezel Akay’ın yaptığı “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?” filminde şehrin belli kapılarını koruma görevini, kılıçlarıyla birlikte liderleri de olan bir grup bacının üstlendiği gösterilir.

Osmanlı Devleti’nin Anadolu’yu gittikçe Sünnileştirmesiyle Bacıyan-ı Rum da tarihe karışmıştır. Kadıncık Ana’nın ölümünden sonra 14. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar olan sürede Saray çevresi dışında kadın şairlerin izine rastlanmaz. Bektaşi çevreleri de baskı altındadır ve faaliyetlerini gizli gizli sürdürmeye çalışır. Ayaklanmaların da dahil olduğu çalkantılı dönemden çok sonra Bektaşi tekkeleri çevresinde yetişmiş kadın şairlere ait bilgiler gün yüzüne çıkmaya başlar.

1940’lı yıllarda İzmir’de öğretmenlik yapan Fazıl Yenisey, hayatta olan bazı (Fevzi ve Hüsnü Baba) Bektaşi babaları aracılığı ile onların bildiği kadın şairleri kayda geçirir. Bazı bilgiler şifahi bazıları da kaynak atfedilerek yapılar. F. Yenisey’in “Edebiyatımızda Kadın Simalar-2” kitabının önsözüne “Mazisi ve tarihi XIII. yüzyıla  Hacı Bektaşi Veli’ye kadar uzanıp Bektaşi edebiyatında XVIII. yüzyıla gelinceye kadar kadın şairlere bugün hiç rastlamıyorsak bu hal hiçbir zaman XVIII. yüzyıldan önce kadın şair yetişmediği anlamına gelmez.” diye giriş yapar. F. Yenisey’e bilgisi verilen kadınlar, çoğunlukla 18. ve 19. yüzyıl şairleridir. 

Bektaşi kadın şairlerin adının yanına bir de  “bacı”(kız kardeş, abla) ismi getirilirdi. 18. yüzyılda yaşadığı bilinen ilk Bektaşi şairi Kırım Giraylarından Rabia Bacı’dır. 18. yüzyılda İstanbul’da yaşamıştır. Şiirleri beyit tarzındadır. 1795 yılında doğup 110 yaşında öldüğü tahmin edilen Havva Bacı ise Denizli’nin Yarangüme kasabasında yaşamıştır. Ezberde kalan bazı dörtlükleri yörede onun unutulmamasını sağlayan en önemli etmen olmuştur. Yine 18. yüzyılda yaşadığı tahmin edilen Hüsnüye Bacı’nın “Hüsnü” mahlasıyla yazdığı bir şiirine cönklerde rastlanmıştır. 

Köy Bektaşilerinden Useyle Bacı’nın yaşamına ait pek bir bilgi yoktur. İzmirli Fevzi Baba onun 19. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olabileceğini tahmini olarak belirtmiştir. Nefes tarzındaki tek şiiri ile bilinir.

Babası şair olan Sakine Bacı 1842’de doğmuştur. Eskişehir Sücaaddinli’de bulunan Bektaşi tekkesindendir. 100 yaşında ölmüştür. 95 yaşında yazdığı şiiri çok bilinir: “İçelim kırkların içtiği demden/Gönülde kalmasın kaygudan gamdan/Hatice Fatıma girdiği cemden/Ararlarsa böyle cem bulunur mu” 

Öksüz Zeynep Bacı, Gülsüm Bacı, Münire Bacı, İkbal Bacı, Hatçe Bacı, Şeref Bacı, Arife Bacı, Zehra Bacı, Emine Beyza Bacı, Seher Bacı… Çoğu 19. yüzyılda doğmuş ve yaşamış, bazıları da 20. yüzyılda ömür sürmeye devam etmiş kadın derviş şairlerdendir. Edebi faaliyette onlar da erkek dervişler kadar etkili söyleyişe sahiptir ve müdavimi oldukları dergahın postnişinin yanında tarikata bağlı bir birey olarak itibarları da vardır. Yine de derviş kadınların çoğunluğunun toplumda ileri gelen, varlıklı ailelerden olmaları, onlara karşı cinsiyetçi söylemleri gölgeleyeceği gerçeğini de göz önünde tutmak gerek. Bunun dışında şair kadınlar arasında kadını küçük görmeye karşı Şah Kulu Sultan Dergahı dervişlerinden 1870 doğumlu Zehra Bacı’nın nefesi çok dikkat çekicidir:

Ya Muhammet bize nâkıs diyorlar/Nedendir erlerin bu hataları?/Ehl-i Beyte karşı düşkün olurlar/Çünkü doğru değil iddiaları

Ezvacı tâhirat nâkıs olur mu?/Nâkıs diyen erler hakkı bulur mu/Böyle kem söz erden hiç umulur mu/Kim doğurdu bunca enbiyaları

Abes bir şey hak etmemiştir Hûda/Nâkıslığı kabul etmeyiz asla/Bacılar büyüttü işte essalâ/
Bu dünyaya gelen evliyaları

Ey erler, biz sizden dünyada eriz/Çünkü size hürmet hizmet ederiz/Gittiğiniz yolda hep beraberiz/Gütmeyiniz böyle boş davaları

Gerçi kıyafette size uymayız/Hakikatte sizden geri kalmayız/Malumunuz olsun erden saymayız/
Bize nâkıs diyen budalaları

Nâkıstan mı geldi Ahmed-i Muhtar/Nâkıs zade midir Hayder-i kerrar/Ananıza nâkıs demeyin zinhar/Tesir eder size bedduaları

(Zehra)nın nutkunu güzel dinleyin/Ey erenler, erler doğru söyleyin/Biz doğurmadık mı beyan eyleyin/Sizi irşat eden bu babaları

Kadına “nâkıs”lık isnat edenlere karşı Zehra Bacı’nın aynı dergahtan 1872 doğumlu arkadaşı Naciye Bacı’nın da dizeleri vardır: 

Desen: Aygül Aydoğdu

Ey erenler erler, nasıl ersiniz?/Söyleyin sizinle davamız vardır/Bacılara niçin (nâkıs) dersiniz/Bizim de hazreti Havva’mız vardır

Bizi de halk eden Süphan değil mi?/Aslanın dişisi aslan değil mi/Söyleyin makbul-ü Rahman değil mi?/Ümmü Gülsüm, Zeynep, Leyla’mız vardır

(Naciye) fâkire kemter bacıdır/Muhammet Ali’ye kuldur nacidir/Cümle erenlerin başı tacıdır/Fatımat-üz Zehra anamız vardır

Şah Sultan Örneği 
Şah Sultan’ı ayrı bir başlıkta ele almamızın nedeni, onun farklı bir kültür ortamı olan Doğu kırsalında, yoksul bir köylü ailesinden olmasıdır. Evinden çıkıp bir tekkeye gidip gelmemiş ve kendisi gibi düşünen kadınlarla bir arada bulunmamış; şairliği, yaşadığı eve gidip gelen âşık dervişlerden etkilenmesiyle başlamıştır.

Şah Sultan 1755’te Malatya Arguvan ilçesine bağlı İsaköy’de doğmuştur. Annesinden hiç söz edilmemektedir ama babası “Babo Ahmet” adıyla bilinir. Babo Ahmet’in aynı yörede âşıklık geleneğinin önemli temsilcilerinden Derviş Muhammet’le yakınlığı vardır. Derviş Muhammet aynı zamanda Bektaşi’dir. Babo Ahmet’in evi Derviş Muhammet’in dışında başka âşıkların da gelip gittiği bir mekandır. 

Şah Sultan (Muhtemeldir ki ‘şah’ unvanı şairliği ile birlikte adının önüne eklenmiştir.) Derviş Muhammet’in hem görüşlerinin, hem de sazının sözünün iyi bir dinleyicisidir. Şah Sultan’ın babası öldükten sonra da evine Derviş Muhammet yanında, mezarı şimdi Kayseri Sarız’da olan Ozan Aşıkî de gelir ve âşık meclisini, tasavvuf sohbetlerini idame ettirirler. Köyün beyleri ise durumdan pek rahatsızdır. Şah Sultan hakkında dedikodular çıkarırlar. Bunun üzerine Derviş Muhammet köyden ayrılarak Divriği’ye bağlı Anzahar köyüne gider. Aşıkî de Kayseri tarafına yollanır. Şah Sultan’ın şu dizeleri bu ayrılığın duygusunu içerir gibidir: “Güzel turnam pervaz edip gel gitme/Gidip garip elde bir mekan tutma/Garip kaldım gidip beni terk etme/Gel bizim elleri gez kerem eyle”  

Derviş Muhammet’ten sonra köyün beyleri ve ileri gelenleri, desteksiz kalan Şah Sultan’ı evlendirmek için köyden biriyle nişanlarlar. Çok geçmeden nişanlısı ölür ve bu sefer nişanlısının kardeşi ile nişan yaparlar. İkinci nişanlısı da ölür ve Şah Sultan’a “ermiş” gözüyle bakılır.  Geleneklerde “eren” olana saygı varken her ne hikmetse Şah Sultan’a aynı muamele yapılmaz, kadına pek rahat verilmez. Diğer yandan bir kadının şiir dizmesi, şiir söylemesi deli divanelik olarak yorumlanır. Hakkında dedikodu üretilir. “Yalancının menzilinden usandım/İnanmayın şu çürüğün sözüne/Sofuyum der gelir ceme oturur/İbadeti daim kendi özüne” 

Köyünde rahat bırakılmayan Şah Sultan bu gelişmeler üzerine saygı gördüğü yakın köylerden Karahüyük’e göçer. Bir süre de orada yaşadıktan sonra Derviş Muhammet’in yerleştiği Anzahar’a gider ve piri ölene kadar Anzahar’da yaşar. Şah Sultan bir süre köyde koyun ve kuzu çobanlığı yapar daha sonra ise Derviş Muhammet’in yakın bir dostunun bulunduğu Arguvan’a bağlı Bozan köyüne gider. Burada Derviş Muhammet’i mürşit kabul eden Küçük Hüseyin’in korumasında yaşamaya başlar. Şah Sultan 1848’de öldükten sonra mezarı kutsallık addedilen şahsiyetlere özgü bir biçimde ziyaret yerine dönüştürülür. Günümüzde mezarı bakımlı bir türbe halini almış olarak ziyaret edeni de çoktur.

Okuma yazması olmayan Şah Sultan’ın yirmi şiirinin olduğu ve kırmızı mürekkeple yazılmış on altı sayfalık bir cönk defteri kendisinden sonra geriye kalan en önemli emanetidir. Aynı köyden Araştırmacı Ali İhsan Öztürk, “Şah Sultan Divanı” adıyla cönkteki şiirleri Latin harflerine çevirip yayınlamıştır. Zorlu bir yaşamı olan ve baskılara Derviş Muhammet’ten ve şiirlerinden aldığı güçle doksan üç yıl direnen Şah Sultan’ın yaşam bilgisinin iki-üç nesil zincirinde sözlü aktarımla günümüze ulaştığı gibi cönk defterinin oluşu da bizler için büyük bir şanstır. Şah Sultan’ın bazı şiirlerine ise Derviş Muhammet’in şiirleri arasında rastlanmıştır. Her iki şairin şiirlerini inceleyen araştırmacılar bu ayrımı yakalama inceliğini sağlamışlardır. 

A. İhsan Öztürk cönk defterinde konuya giriş yaparken “Şah Sultan yürekli bir kadın şairdir. Hepimiz biliriz kadın şair olmanın zorluklarını. Kadın gülerse yadırganır. Sevinince kınanır. Âşık olunca azat edilir. İşte Şah Sultan bütün bu zorluklara rağmen kendisine şair denmiş ve kendi şairliğini de kabul ettirmesini bilen yüce bir ozandır.” diyor ama bugünden geriye baktığımızda Şah Sultan’ın doksan üç yıllık yaşamında çok ağır bedeller ödemek zorunda kaldığını tahmin etmemiz hiç de zor olmuyor. Örneğin Şah Sultan’ın Osmanlı’ya şikayet edildiğini, zaptiyelerin onu gelip Keban’daki karakola götürdüklerini biliyor ama şikayetin nedenini bilmiyoruz. Dergahlarda kendini yetiştiren kadınların şiirlerinin aksine Şah Sultan’ın dizelerinde yaşadığı sıkıntılara ilişkin çokça sitem vardır.

Birliğe de teşviş münkir sofular/Gece gündüz kastımıza yelerler/Hakkı tanımazlar hak arıyorlar/Büyüğü küçüğü cümle yalanlar

“Büyük küçük bir araya geldiler/İleri gelenler geri durdular/Şurada garip kaldığımız bildiler/
Ne gördünüz bizden nedir adamlar”  

Ayrıca bir başka şiirinde 
Zalim kast eyledin girdin haneme/Yağma eyledin malım ondan sana ne/Seni şekva ederim bari hüdama/Zahmeti zarınan kalasın zalim

Her ne kadar zahmet edersen bana/Niyazım hakkadır kıblem Kabe’ye/İlacım bulmadan gitmem uzağa/Zahmeti zarınan kalasın zalim” 

Hiç kuşkusuz ki belirli yetenekleri olan kişilerin ilgili alanda ürünlerinden önce hikayeleri yayılır. Şah Sultan diye birinin yaşadığı 20. yüzyıl boyunca da bilinmekteydi. En azından geçmişe dair söylenenler, Cumhuriyet döneminde okuryazar kuşaklara eriştiğinde karanlıkta kalma tehlikesi de ortadan kalkmıştı. Halk şairliği geleneğinde elbet saz olarak bağlama mutlaka vardır. Derviş Muhammet çok bilinen bir âşık koluna mensuptur. Âşık kolunda usta-çırak ilişkisi esastır. Şah Sultan’ın da Derviş Muhammet’in çırağı olduğuna göre saz çalıyor olması kuvvetle muhtemeldir ki babam en büyüğümüz olan ablama küçüklüğünde Şah Sultan gibi bağlama öğrenmesi konusunda öğüt verirmiş. 

Şah Sultan deyiş ve nefes tarzı şiirlerinde mahlasını çokça Derviş Muhammed’le birlikte kullanır. “Derviş Muhammed’im bölme oluptur/Evliya enbiya andan geliptir/Şah Sultan ilmine âlim oluptur/Artık küfrümüzü imana düştük”   

Yalnız kendi mahlası ve kendi mahlasını Derviş Muhammet’le birlikte kullandığı şiirleri dışında sadece Derviş Muhammet mahlasını kullandığı şiirleri de vardır. Derviş Muhammet’e ithaf niteliğindeki bu türden şiirlere hem cönk defterinde hem de araştırmacılar tarafından Derviş Muhammet Divanı’nda rastlanmıştır. “Derviş Muhammed’im pınarın gözü/Seni bilmeyenlerin karadır yüzü/Yarın Mahşer günü sen kurtar bizi/Dünya ahret umudumsun efendim” 

.