Söyleşi: Sibel Unur Özdemir
4 Temmuz 2023

Emel Kalender:
“Her yolu denedim ama beni sadece okumak kurtardı.”
“Bana kalırsa yazma işi soyunmaya benziyor. İlle giyinik kalacağım, aman kusurlarımı kimse görmesin dersek okur bunu ilk sayfada anlar.”
Sibel Unur Özdemir: Sizi edebiyat dünyasına kazandırdığınız bu değerli eser (Zü’nün Tuhaf İnsanları) için kutluyorum. Okurlarımıza kendinizi nasıl tanıtırsınız?
Emel Kalender: En çok zorlandığım sorulardan biri bu, kendimi tanıtmak. Çünkü edebiyatı ve disiplinler arası okumaları sevmekten başka bir özelliğim yok. Mesleğim hemşirelik, belki bu ilginç gelebilir. Edebiyatla hemşirelik birleşince böyle tuhaf öyküler ortaya çıkmıştır, kim bilir.
S. U. Ö: Zü’nün Tuhaf İnsanları nasıl bir araya geldi?
E. K: Yazdığım öyküler zaten vardı. Birbiriyle bağlantılı olduklarını hiç düşünmedim ama yayın aşamasında hepsinin tuhaf olduğuna karar verdik. Daha doğrusu herkes “tuhaf” deyince bana da öyle geldi, o zamana kadar pek farkında değildim. Sanırım yine yazsam yine tuhaf insanların öykülerini seçerim.
S. U. Ö: Sekiz öyküde de tuhaf insanlar, tuhaf olaylar, tuhaf yaklaşımları okuyoruz. Elbette bu tuhaf insanların bir de Tanrısı olması lazım. Siz ona “Zü” demişsiniz. Bu isim kitaba çok yakışmış. Hangi duygu ve düşüncelerle kitabınıza bu ismi verdiniz?
E. K: Zü, beni çok düşündürdü. Bir şekilde kitabın adında geçmeliydi. Bunu yapmasaydım peşimi bırakmazdı. Kitapta tuhaf karşılanan olaylar aslında bana sıradan geliyor. Onları tuhaf olduğu için değil kendime yakın hissettiğim için yazdım. Bana kalırsa yazma işi soyunmaya benziyor. İlle giyinik kalacağım, aman kusurlarımı kimse görmesin dersek okur bunu ilk sayfada anlar. Bazen görüyorum, şaşırıyorum, okura bütünüyle yalan bir dünya kuruyorlar. Evet, elbette kurgu yazıyoruz, söylemek istediğim bu değil. Cervantes de Don Kişot’u kurguladı ama o kadar gerçekçiydi ki Cervantes öldü, Don Kişot kaldı. İşte Cervantes’in karşı çıktığı şövalye kitapları gibi yazıyorlar. Kahraman asaletinden ödün vermiyor ya da tam tersi acıyı kanırtıyorlar. Bir türlü bize değmiyor. Ben yazar değil okur olarak bunu söylüyorum. Biz okumayı seviyoruz, ne olur bunu bize yapmayın.
S. U. Özdemir: Öykülerinize verdiğiniz başlıklar da çok ilginç. Edatlar, isimler ve yarım kalmışlıklar… Öykülerinizin isimlerinin okurda bıraktığı eksiklik duygusu… Neler eklemek istersiniz?
E. K: İsim koyarken öyküyü kolay hatırlayacak kelimeler seçmeye çalışıyorum. Ve öyküyle bütünleşmeli. İLE, zaten öykü içinde geçiyor. Tepeye şamdan gibi koyacağım, diyor. Açıkçası edatlara karşı özel ilgim var çünkü tek başlarına eksikler, hiçler. Benim öykülerim baştan aşağı eksik, bu sayede edatlarla bir kardeşlik oluştu. Onları urgan gibi görüyorum. Anlatıyı kolayca birbirine bağlıyor. Elbette yerinde kullanmak gerek. Ben bu konuda uzman değilim. Her şeyi yerli yerinde kullandığımı da iddia etmiyorum. Keşke edebiyat okusaydım da ortaya şahane bir eser çıkarsaydım.
S. U. Ö: Kitapta yer alan sekiz öykünün altısının kahramanları erkek. Bunun özel bir nedeni var mı? Bir kadın olarak erkek dünyasına egemen olmak ve bunu anlatmak kolay olmasa gerek.
E. K: Bunu bilerek yaptım. Aslında kahramanlarımın hepsi de kadındı. Oğlum doğduktan sonra erkeklerin dünyasını çözümledim. Erkekler sanıldığından daha narin ve kolay anlaşılır varlıklar. Ya da bana öyle geliyor. Şimdi taşlanmayı göze alarak gerçek nedenini söyleyeceğim: Feministlik adı altında kadınlarda oluşan erkek düşmanlığı beni yordu. Bu defa da erkekler ezilmeye çalışılıyor. İlle bir şey bir şeye karşı olacak. Başka türlü olmuyor sanki. Neden ayrışmaya bu kadar meraklıyız? Bir kişi bile kadını ezenin gene kadın olduğunu görmüyor mu? O erkeği yetiştiren de bir kadın değil mi? Bakın işte erkekler de acı çekiyor. Erkeğin değil insanın kötüsü olur. İnsanizm diye bir şey çıkarsınlar, onda bile bütünlük kurulacağını sanmıyorum.
S. U. Ö: Gözlem gücünüz de çok güçlü. Bu, öykülerinizde açıkça görülüyor.
E. K: Gözlem gücüm, evet ne yazık ki iyi. Bu iyi bir şey değil. O kadar çok şeyi anlıyorum ki bu bana acı veriyor.
S. U. Ö: Hemen her öyküde ölüm teması işlenmiş. Kahramanlar ya intihar ediyor ya yakınındaki bir kişinin ölmesini istiyor. Yanmak, boğmak, ilaç içmek, kıyma makinesinden çekmek gibi çeşitlendiriliyor ölüm. Hani ölümün yüzü soğuk olur derler ya… Öykülerinizde insanları ürperten “ölüm” gerçeğinin neden bu kadar ön planda olduğunu anlatabilir misiniz bize?
E. K: İnanın farkında olarak yapmadım. Belki meslekten ötürüdür. Belki zayıf yanımdır. Ama bu konuların ilgimi çektiğini saklayamam. Çok canım sıkkınsa, kendimi bir böcek gibi hissediyorsam korku filmi izler ve rahatlarım. Edebiyat ölü değil mi? Ölmüş insanların kitaplarını okuyoruz. Üç beş insan dışında ölmeden kimin kıymeti bilindi? Belki topluca, bütün insanlık ölüme aşığız.
S. U. Ö: Öykülerinizde “suçluluk ve suçluluğun getirdiği yoksunluk duygusu” da öne çıkıyor. Öykü kahramanları sevilmeye, kabul görmeye, onaylanmaya aç. Varlıklarını kabul ettirmek için kötü adamlarla, kötü olaylarla, kötü düşüncelerle mücadele halindeler. “Kötü” olarak tanımlanan somut veya soyut kavramlar karakterlerin ruh dünyasını biçimlendiriyor. Öykülerinizin çok katmanlı ve psikolojik boyutları kendini fark ettiriyor. Öykülerinize hâkim olan “suçluluk, kötülük, var olma” üçgeninin karakterlerinizin doğuşundaki sürecinden bahsedebilir misiniz?
E. K: Bu soruya gerçek cevabı verirsem pek yerinde olmaz. Uzatıp yalan söylersem suçlu hissederim. Hayatım boyunca kaybetmeyi göze alarak bildiğimi okudum ve söyledim. Fakat boşuna şövalyelik yapmışım, her şeyi söylemeye gerek yokmuş. Mesela susmayı seçebiliyormuşuz. Ben bu susma seçeneğini çok geç öğrendim. Fakat şunu söyleyebilirim: Fazlasıyla kötü ruh gördüm. Hayat o kadar korkunç ki hep saklanmak zorundayız. Apaçık ortaya çıkmaya müsaade etmiyorlar. Edebiyat bu nedenle var. Biri Oblomov’u yazar ve yazar olur ama Rusya’nın uyuduğunu yazsaydı çarmıha gerilirdi.
S. U. Ö: “İle” isimli öykünüzde İsa ve babası birbirini anlayamıyor, babası oğlunu eksik buluyor. Aralarında sağlıklı bir iletişim kurulamıyor. Yakup’un ve Samed’in babası yok. “Aklım Beni Hiç Dinlemiyor” isimli öykünün kahramanı babasını kötü olarak tanımlanıyor ve ölmesi gerektiği kararına varıyor. Babalar bırakıp gidiyor, sevmiyor, eksik görüyor, suçluyor çocuklarını ya da evlatları böyle zannediyor. Kahramanlarınız erkek olduğu ve erkek çocuk babayı rol model aldığı için mi “baba” imgesi yoğun öykülerinizde?
E. K: Dediğiniz gibi baba bir imge. Ben onu sadece “erk” imgesi olarak kullandım. İster Tanrı olarak düşünün ister iş yerinizdeki müdür olarak, onlar hep seçilmiş kişileri severler. Bu seçilmiş kişiler iyi olduğu için değil ona en çok itaat eden olduğu için. Ve sonra haremdeki cariyeler gibi seçilmişleri hediyelere boğarlar. Seçilmişler istedikleri yerde çalışır, istedikleri zaman hata yapar ve ölmek bile onlar için bir onur haline gelir. Geriye biz kalırız. Çünkü “erk”e yeterince iyi davranmamışızdır, isyan etmişizdir. Sonra ne olur? Ya bırakıp giderler ya da bizi doğduğumuza pişman ederler.
S. U. Ö: Hayat hep günlük güneşlik değil. Herkes mutlu olamıyor ama öyküleriniz ve karakterleriniz niçin bu kadar karamsar? Kahramanlar yaşamak için nedene ihtiyaç duyuyorlar, bir bebeğin doğumu gibi. Öykülerinizde niye hep eksik şeyler ve yanlış giden işler var?
E. K: Bunu hep soruyorlar. Ben de hep şaşırıyorum. Her şeyin yolunda gittiği, eksik olmayan bir dünya varsa benim bundan haberim yok. Kime değsem bin ah işitiyorum. Keşke bütün insanlığa sorabilsem: Neden maske takıyorsunuz? Bana en eğlenceli eseri getirin ve size içindeki karamsarlığı bir bir dökeyim. Hatta masallara bakın, çocuklara okuttuğunuz o masalların hepsi korku filmi.
S. U. Ö: “İle” öyküsünde kahramanın adı İsa’dır, babasının bacaklarının arasına yerleştirdiği meyve “elma”dır. Zü, kendini “Tanrı” olarak tanımlar. Öykülerinizde Zeus, Ra gibi mitolojik öğelere yer veriliyor. Gılgamış Desta’nı, Faust, Descartes… anılıyor. Mesleğinizin size kattığı bilgi donamımını da ustalıkla kullandığınızı görüyoruz. Tüm bunlar öykülerinizi zenginleştirmiş. Bu kadar farklı unsuru nasıl bir araya getirdiniz ve düşünce dünyanızla harmanlayıp öykülerinizde kullandınız?
E. K: Mesleğim çocuk hemşireliği, etkisi muhakkak olmuştur. 23 yıldır bu mesleği yapıyorum. Ve bizim koridorlarımıza Tanrı hiç uğramıyor. Daha doğar doğmaz kanser olanlar ya da ilkokula giderken şeker hastası olanlar ve saire. Hepsi çocuk. Ve biz onlara elma yiyemeyeceklerini, ömürleri boyunca maske takmalarını söylüyoruz. Biliyorum, içiniz karardı fakat biz böyle yaşıyoruz. Size neşeli şarkılar söyleyemediğim için üzgünüm gerçekten. İşte ben ancak okuyarak bu karanlık dünyadan sıyrılıyorum. Her yolu denedim ama beni sadece okumak kurtardı.
S. U. Ö: Öykülerinizde fantastik anlatımla da karşılaşıyoruz. Özellikle Ölümsüz, Etek Çıkmazı ve Zimmet öykülerinizde bu daha belirgin. Bu, ileride tamamı fantastik kurgu olan eserlerin okurunuzu beklediğine dair bir işaret mi?
E. K: Fantastik kurguyu da bilim kurguyu da seviyorum. Aslında çok isterdim böyle bir roman yazmak. Ne yazık ki şu an öyle bir donanımım ve hevesim yok. Edebiyat dünyası hiç hayal ettiğim gibi değil. En iyisi okur olmaya devam etmek. Hatta iyi bir okur olmak daha önemli. Şimdiki aklım olsa o kitabı daha on yıl bekletirdim. Melih Cevdet kimsenin okumadığından yakınmış ve şöyle devam etmiş: “Ya yazarlar, onlar sadece yazıyor.”
S. U. Ö: Söyleşimiz Zü’nün Tuhaf İnsanları hakkında bir fikir verecektir okurlarınıza. Sizin kaleminiz ve öykülerinizle tanıştıktan sonra onlar da benim gibi merak edecekler diye tahmin ediyorum ve hemen sormak istiyorum. Yeni bir kitap çalışmanız var mı?
E. K: Tekrar iyidir, buna benzer bir şey demişti Yaşar Kemal. Edebiyat dünyası öyle sanıldığı gibi bir yer değil. İyi ya da kötü yazmanız önemli değil mesela. Yanlış söyledim, nitelikli ya da niteliksiz demeliydim. Bir bakıyorum tahammül edemediğim bir eser bir yerde ödül almış, seçkiye girmiş. Ya jüri kitapları okumuyor ya da kafalarına silah dayıyorlar. Biz, gerçek okura ulaşmıyoruz. Bir yazar kitabının peşinde koşmak zorunda kalıyor, ne acı. Kimse kendisi için yazdığını söylemesin. Herkes bir okurun hayaliyle yazar. Eğer okur yoksa biz ne yaparız? Üzülürüz. Eğer beni yormayacak bir mecra bulursam o zaman uykusuz kaldığıma değer ve yazarım ama pek umudum yok.
S. U. Ö: Benim soruları hazırlarken aldığım keyfi, söyleşimizi okuyanların da alacağını umarak size bu güzel söyleşi için teşekkür ediyorum Emel Hanım ve edebiyat yolculuğunuzda önünüzün açık olmasını diliyorum.
E.K: Asıl ben teşekkür ederim. Ben de sorulara cevap verirken keyif aldım. Umarım her şey herkesin gönlünce olur.
x

Sibel Unur Özdemir’in Diğer Yazıları
Deniz Poyraz’la Söyleşi