24 Temmuz 2023
Söyleşi: SİBEL UNUR ÖZDEMİR
Deniz Poyraz:
“Derdimi en güzel ifade edebileceğim enstrüman şimdiye dek öykü oldu.”
“Günlük hayatın her alanında, kurduğumuz her ilişkide nihai belirleyici, bizi biz yapan o sosyo-ekonomik koşulların yarattığı sınıfsal alışkanlıklar oluyor. Mevcut sınıflı düzende ve sınıf bilinçsiz bir toplum içerisinde herkes evvela kendi konumunu korumaya ve fırsat bulduğu takdirde de üst sıralara doğru ilerlemeye çalışıyor.“
Deniz Poyraz, genç yazarlarımızdan biri. İlk kitabı “Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler” ile edebiyat dünyasına adım atıyor. İkinci kitabı” Dünya Unutana Kalır” ile de emin adımlarla yürümeye devam ediyor.
Söyleşimize konu olacak Dünya Unutana Kalır adlı kitapta dört öykü yer alıyor: İstila, Zeliş, Nasip’in Günahı, Canavarın Günü.
Sibel Unur Özdemir: Dinlediğimiz bir şiirin, söylediğimiz şarkının, izlediğimiz filmin ve daha pek çok şeyin öyküsü var. Yaşadığımız her an bir öykü aslında. Önemli olan o anı görüp yakalayabilmek ve kâğıda aktarabilmek. Bir yazar olarak ben de öyküleri önemsiyor ve öyküler yazıyorum. Sizin de her iki kitabınız öykülerden oluşuyor. Sizi öykü yazmaya çeken o büyülü şey nedir?
Deniz Poyraz: Çoğu insan gibi ben de hikâye anlatmaya iyi metinlerle karşılaştığım zaman karar verdim. Türkiye ve dünya edebiyatının önemli yazarlarından aldığım ilham ve cesaretle yazmaya başladım. Mesele ettiğim şeylerin yazı aracılığıyla can bulabilmesi, sizin de bahsettiğiniz o büyüye benzer birtakım hisleri uyandırdı bende. Derdimi en güzel ifade edebileceğim enstrüman da şimdiye dek öykü oldu, diyebilirim.
S. U. Ö: “İstila” ve “Zeliş” öykülerinde yer alan genç kız karakterinin ortak özellikleri var. İkisi de kitap okuyor, Trakya’da yaşıyor, liseye gidiyor. Ayrıldıkları yön ise “İstila” öyküsünde Mine’nin babası üst düzey bir memur. “Zeliş” öyküsündeki baba ise kızının üst düzey memur çocukları gibi yetiştirmek istiyor, eve zaman zaman farklı özel öğretmenler getiriyor. Her iki öyküde yer verdiğiniz benzerliklerden yola çıkarak sormak istiyorum, “Zeliş” öyküsündeki anlatıcı kız ile “İstila” öyküsündeki Mine aynı kişi mi?
D. P: Doğru. Tematik olduğu kadar zamansal bir bütünlük de yaratmak gayesiyle bazen bir öyküdeki baş karakteri veya anlatıcıyı, başka öyküde yan karakter olarak değerlendirdim. Tabii birinin hikâyesinin diğerinin önüne geçmesine izin vermeden, bir karakteri diğerlerinden yukarıda tutmadan yapmaya çalıştığım bir şeydi. Belki de bu yüzden, pek az okurun fark ettiği bir şey oldu bu. Dikkatiniz için size ayrıca teşekkür ederim.
S. U. Ö: Yine “Zeliş” öyküsüyle ilgili bir soru soracağım. Anlatıcı Kız, “Sevgimi bencilliğimle takas etmiştim.” (S. 67) diyerek itirafta bulunuyor, sonrasında da “Sen beni bir paket sigarayla takas ettin demek Zeliha.” (s. 76) cümlesiyle serzenişini dile getiriyor ve Zeliş’in maksadının, intikamının farkına varıyor. Onun tepkisi davranışlardan ibaretken Zeliş’in öfkesi ne kadar büyükse arkadaşının geleceğini karanlığa atacak kadar gözü dönüyor. Aslında Zeliş, Anlatıcı Kız’ın onu sevdiği kadar sevmemiş miydi arkadaşını? Onun için mi intikamı bu kadar acı oldu?
D. P: Aklıma takılan, beni rahat bırakmayan bazı insani hallerden, meselelerden ve bilhassa doğamıza dair karanlık noktalardan yola çıkarak yazdığımı söylemeliyim. Bu öyküyü kaleme alırken de kafamı kurcalayan bir mesele vardı. İki insan ne kadar saf bir bağ ile (dostluk, aşk, arkadaşlık vd.) birbirlerine bağlanmış olsalar bile yetiştikleri kültürel kodlar zamanla o ilişkiyi bir sarmaşık gibi kuşatıyor. Günlük hayatın her alanında, kurduğumuz her ilişkide nihai belirleyici, bizi biz yapan o sosyo-ekonomik koşulların yarattığı sınıfsal alışkanlıklar oluyor. Mevcut sınıflı düzende ve sınıf bilinçsiz bir toplum içerisinde herkes evvela kendi konumunu korumaya ve fırsat bulduğu takdirde de üst sıralara doğru ilerlemeye çalışıyor. Anlatıcı Kız’ın üstenciliği ile Zeliş’in henüz politize olmamış ve belki hiçbir zaman olamayacak, bu yüzden de hedefini bulamayacak o örtülü sınıf kini, her şeyi bu kadar acı hâle getirdi, diye düşünüyorum.
S. U. Ö: “İstila” öyküsünde İlhan, Sevgi’ye gümüş bir kolye hediye ediyor. Bu, Sevgi’nin bir erkekten aldığı ilk hediyedir ve bu onu çok mutlu ediyor, aynada kendine bakışı değişiyor, on yaş gençleşiyor. Aslında aldığı hediyeden ziyade İlhan’ın ona olan ilgisi, yoksunluk ve sevgisizlik duygularına iyi geliyor. İlhan ile beraber gelen zenginlik ve iyi hissetmesine neden olan duygular onu biraz rahatsız etse de katlandığı olumsuzluklara karşı ödül olarak görmesi -toplumun genel kabul görmüş değerleri göz önünde bulundurularak- Sevgi’nin yanlış davranışlar içinde olmasını hoş görüp kabul ettirir mi?
D. P: İlk öykümü yazdığım andan bu yana en titizlendiğim şey, mevcut değerler düzleminde, dünyanın en aşağı mahluku olarak görülebilecek bir karakteri bile -ki Sevgi, bugüne dek hikâyesini yazdığım bazı karakterlerin yanında pırlanta gibi kalıyor- tek satır yargılamadan ele alabilmek. Bunu hakkıyla yapabildiğim her metinde kendimi başarılı sayıyorum. Burada da “İstila” öyküsünün yazarı olarak ben, Sevgi hakkında bir yargıda bulunmayı doğru bulmuyorum. Sevgi’ye ve diğerlerine gelene kadar, insanları karakterlerini zedelemeye sürükleyen devasa bir sistem var. Gerçek hayatta da bireyleri “hatalı, eksik, kötü, yanlış” olarak işaretlemek bana kolaycılık gibi geliyor. Demek yaşamlarımızı tümüyle kuşatan yedi başlı ejderhayla savaşmaya cesaretimiz yetmiyor ki sıradan bireylerle kendimiz adına zararsız, risksiz savaşlara giriyoruz.
S. U. Ö: Kasetlerin yerini CD’lerin alması, Andımız’ın okunması, dövizin rekor üstüne rekor kırması, faizlerin yüzde dört bine, beş bine vurması, iki yüz elli kişiye bir doktor düşmesi, ucuza alabilmek için gece on ikiden sonra bayat ekmek kuyruğuna girilmesi, İbo Show’un yılbaşı programı, yazar kasa fırlatılması, Eurovision’da tarih yazılması, atari gibi geçmişte yaşanan olaylar/nesneler silsilesini bir araya getirmek nereden aklınıza geldi? Neden o yıllar?
D. P: Bugünü oluşturan koşulların temelinin o zamanlarda, hatta çok daha önceleri atıldığını düşünüyorum. Yaşadığımız çağda bizi sevindiren veya üzen, mutsuz eden dinamikleri çözümleyebilmek adına birkaç adım geriye gidip öyle düşünmek gerekli sanki… Ben de bir ucu günümüze bakan ancak diğer ucu 90’ların sonuna ve 2000’lerin başına çıkan bir tünel örmek istedim hikâyelerle. Elbette her detayı hatırlamak mümkün değil ancak ben adım gibi bildiğim şeyler üzerine bile araştırma yapmayı, gözümden kaçan bir şeyler var mı diye bakmayı seven biriyim. Buna rağmen hatalar, eksikler oluyor ne yazık ki. Hiçbir metin kusursuz değil ama yazan insanlar olarak elimizden geleni yapmakla yükümlüyüz, diye düşünüyorum.
S. U. Ö: “Nasip’in Günahı”nda dede, torununa “Düzelmez bu memleket, çok düşünen erken ölür, dünya unutana kalır. Düşünme.” diyor. Gerçekten dünya unutana kalıyor mu? Kitabın adı bir ironiyi mi çağrıştırıyor?
D. P: Kitaptaki öykülerin her biri “unutmamanın”, “hatırlamanın”, “hafızanın” kıymetini okuruna “hatırlatmak” adına yazıldı. Kitabın ismi sizin de bahsettiğiniz gibi, sadece ironiden ibaret.
S. U. Ö: Nasip kendi dünyasında içine kapanık, tuhaf bir çocuk. Kimseye zararı yok. Refik amcanın papaz olduğu konusunda dayısı onu kandırıyor. Dedesi de onu destekleyip haç veriyor. Annesi gavur oldu, akıllansın diye dövüyor. Koca nenesi mum yakarken yakalayınca bastonu kafasına indiriyor. Nasip ise “Acı onlara Tanrı’m. Ne yaptıklarını bilmez onlar.” diye onların hayrına dua ediyor. Bir de günah defteri tutuyor kendine. Öyküdeki diğer karakterlere baktığımızda Nasip bu öykünün en masum, en günahsız kişisi değil mi? Kolay av olduğu için mi hedef alındı ve o silah sesine tanık oldu okurlar?
D. P: Nasip’in “günahı”, aslında vaktiyle Kiraz Ana’nın, sonrasında da Umut’un babasının “günahı”. Tabii bu “günah” da ironi. Her biri bambaşka birer mesele fakat aynı insani ıstırap. Çağ, devir, takvim, isim değişse de yaşadığımız coğrafyada bir türlü azalmayan hüzünler, acılar var. Ne yazık ki…
S. U. Ö: Annesi, kızılcık sopasıyla kovalıyor, hırpalıyor Nazlı’yı. Suçu ördekleri beslemeyi unutması. Yaptığı onca iş var ama yaptıklarını değil yapmadığını görüyor ve şiddet uyguluyor. Aynısını Nasip’e de yapıyor, gavur oldu, vazgeçsin diye. Şiddet uygulamak sorunu çözer mi? Anne, sorun olarak gördüğü konulara güzellikle yaklaşsaydı, çocuklarını anlamaya çalışsaydı okura daha doğru mesaj ulaşmaz mıydı?
“Edebi metinler ‘topluma doğruyu, güzeli göstereyim’ düşüncesiyle yazıldığında, yazar ister istemez tepeden bakan bir konuma sürükleniyor. Bence bizler güzeli ve doğruyu ‘yüzleşerek’ bulacağız.”
D. P: Haklısınız, kesinlikle çok daha iyi olurdu. Ancak edebi metinler “topluma doğruyu, güzeli göstereyim” düşüncesiyle yazıldığında, yazar ister istemez tepeden bakan bir konuma sürükleniyor. Bence bizler güzeli ve doğruyu “yüzleşerek” bulacağız. Var olanı eleştirel biçimde hikâyelemek, okurun içini rahatlatmak yerine onu az da olsa rahatsız edip konfor alanının dışına çıkarabilmek, daha kıymetli ve daha kalıcı sanki.
S. U. Ö: 74. sayfada “Yanımdaki, sohbet açmaya çalışıyordu kendince… “ diye başlayıp 76. sayfada “… sen beni bir paket sigarayla takas ettin demek Zeliha” şeklinde biten yaklaşık bir buçuk sayfa uzunluğunda bir cümle var “Zeliş” öyküsünde. Bu çok uzun bir cümle. Bu kadar uzun bir cümleye neden gerek duydunuz yoksa özellikle uyguladığınız bir yöntem mi bu seçim?
D. P: O dramatik an’ı kesmek doğru gelmedi. Bir nefeste okunsun ve bitsindi niyetim. Sahicilik açısından da mantıklı geldi bana. Şayet böyle bir şeye maruz kalındığında, bunun kişiye tek bir an gibi gelebileceğini düşündüm.
S. U. Ö: “Canavarın Günü”nü okuyunca hayatımızda ne kadar çok canavar olduğunu hatırladık: Tazmanya Canavarı, Van Gölü Canavarı, Sprint Canavarı, Kurabiye Canavarı, Trafik Canavarı… Bunlar görünenler, bilinenler. Ya görülmeyen, bilinmeyen (gözaltına alınan öğrenciler, kadın tutsakların kömürleşen bedenleri, enseden çıkan merminin duvara saplanması…) canavarlar? Onlar hakkında neler söyleyeceksiniz bize? Öykünüzde söylediğiniz gibi bu canavarlar kader gibi talih/talihsizlik gibi bir şey mi?
D. P: Elbette kader değil. Yarattığımız düzenin bir sonucu her biri. Ayrıca bu canavarları kendimizden ayrıksı bir şey olarak düşünmememiz lazım gibi geliyor bana. Her birey, içine doğduğu topluluğun güzelliklerini, kötülüklerini, hastalıklarını, dertlerini vs. kendinde barındırıyor. Hikâye edilen tüm canavarlar/canavarlıklar, kendi içimizdeki canavarlarla yüzleşmeden yok olmayacak bence. Yeryüzündeki bütün “canavarlar” yok oluncaya dek de hepimiz bunun parçası olmaya devam edeceğiz.
S. U. Ö: Söyleşimizin sonuna geldik Deniz Bey. Bu güzel söyleşi için size teşekkür ediyor ve edebiyat yolculuğunuzda önünüzün açık olmasını diliyorum.
D. P: Ben de bu özenli sorularınız ve güzel dilekleriniz için size çok teşekkür ederim.
x
Sibel Unur Özdemir’in Diğer Yazıları
Emel Kalender’le Söyleşi