SEZA KUTLAR AKSOY
4 Haziran 2023
“Biraz da beklemeli. Uyusun. Kitaplar (bebekler) uyudukça güzelleşirler, büyürler. Şöyle uzaktan, nesnel bir şekilde bakmalı. Ah yavrum, vallahi güzel oldun! Bir daha bakayım sana! Yerli yerinde mi her şeyin?”
Konuk edildiğim okullarda çocuk ve gençlerin genelde merak ettiği bir soru vardır. Çoğunlukla sorarlar bunu. Ben de yıllardır neredeyse aynı yanıtı veririm. “En çok hangi kitabınızı seversiniz?” Yanıtım çoğunlukla şöyledir: “Kardeşin var mı?” “Var.”
“Şimdi annene ya da babana sorsak hangi çocuğunuzu daha çok seviyorsunuz diye onların yanıtı ‘İkisini de!’ olur değil mi! O yüzden ben de kitaplarımın hepsini aynı şekilde severim.”
Soru genelde dünya tatlısı okurumun kısa yoldan şu yazarın en sevdiği kitabı okuyayım merakıdır. Benim yanıtım böyle de her yazarın elbet farklıdır. Örneğin William Faulkner en zor okunan kitabı, Ses ve Öfke’yi sevdiğini söyler. Nedeni kitabı bitirmek için harcadığı yoğun emek ve zamandır.
Bugün başlıktaki konuyu düşünürken çocuklara verdiğim anne-baba yanıtını biraz irdelemek ve bu yoldan giderek çocuğa göreliği-çocuk gerçekliğini farklı açıdan değerlendirmek istedim.
Öncelikle ben kimim dedim kendi kendime. Kitabın nesiyim? Yazarıyım tamam ama anne-babası da ben değil miyim? Hem evet hem hayır diye geldi yanıt. Neden değilmişim bakalım! Kitabı dünyaya getiren benim. Tam olarak değil, dedi içimden biri. Sağlıklı bir bebeğin (kitabın) doğumunu sağlayan, gözleyen, kurgulayan, geliştiren ve yepyeni bir mucizeye, yaratıya imza atan bir akıl-ruh-beden gibi bir şeysin sen. Ana karnı gibi. Tuhaf ama en doğru tanımın böyle olduğunu düşündüm.
Bu yoldan giderek bence bir kitabın sağlıklı mı, sağlıksız mı doğacağını, doğunca yaşayacağı zihinlere neler katacağını ya da katmayacağını izleyebiliriz.
1. Aşk–sevgi: Yeni yazmaya başladığımda çocukluğumdan beri içimde bekleyen öyküler peş peşe çıkıverdiler. Çünkü çok küçük yaşlardan beri iflah olmaz bir masal uydurukçusuydum. Evdekilerin işi çok olduğundan, en küçük çocuk olan bana masal anlatacak zamanları yoktu. Ben de kendi işimi kendim yapıp 4-5 yaşımdan başlayıp masal uydurur, yaşıtım kuzenlerime anlatırdım. Okumaya başlayınca kitap kurdu oldum, daha sonra bu, yazı tutkusuna dönüştü ve bir roman yazdım. Şanslıydım, hemen basıldı romanım. İkinci kitabım Büyülü Bahçe öykü kitabım ödüller aldı, iyi bir yayınevinde basıldı, üstüne güzel yazılar yazıldı. Ve TRT’nin bir sabah programına davet ettiler beni. İşte, ilk o zaman bende şafaklar attı demeliyim. Hazır mı bu beden doğurmaya, yeterince donanımlı mı? Önce yazdığım kitaplar (doğan bebekler) basılıp ödüller alsa da bu alanı ne kadar tanıyorum?Araştırma başladı. Daveti kabul edip çocuk-genç yazını üstüne ne yapılmışsa incelemeye başladım. Sonunda “Çocuk-Genç Yazını” denen bu alanın ülkemizde ne yazık pek kısır olduğunu anladım. Çok da önemli olduğunu. Bu günkü düşüncelerimin tohumu o iki aylık sürede atıldı. Neden çocuk ve gençler için yazdığımı sorguladım. Hem çocuksu yapım-yaşama sevincim hem de çocukları çok sevmemdi nedeni. Ve gerçek bir aşk-sevgi ve adanmışlık istiyordu. Bunu duyumsadım.
Demek ki genelde edebiyatın, özelinde çocuk-gençlik yazınının temelinde aşk-sevgi var, değer vermek var. Bebeğin, bir kitabın doğumunu sağlayan nüve bu.
2. İşin içine az da olsa genler katılabilir. Hani bebeğin biraz kaşı gözü, burnu falan gibi…Kim bilir belki atadan nineden genlerle geçen bir şeyler vardır. Emin değilim ama durup dururken bir kişi neden kendini yazmaya adar? Yaratmak zordur, birçok şeyden vazgeçmeyi gerektirir. Elbet çok da çalışmak koşuluyla. Yetenek olmadan da çalışmadan da iyi bir sonuç alamazsınız. Yoksa kitap yeterince iyi olmayabilir. Bu arada yazarlığın okulu olmadığını eklemeliyim. Çok kitap okumalı ve derin okumalı. Bu bebeğin besini gibi bir şey. Anne-baba iyi besin alırsa bebecik sağlıklı büyür karında.
3. Hemen ardından araştırmalar gelir. Bebeğin bedende sağlıklı büyümesi için neler yapmalı? Aşk-sevgi dolu bir ortam oluştu, genler de uygun; kitaplar okunuyor, iyi besleniyor beden, yani kitabın yazarı araştırmalar yapıyor. Yeterli mi bu? Değil. O fasulye kadar yaratığın -yani fikrin- o sonsuz araştırma denizinde büyümesi için özgürce dolaşması gerek. Hayal kurup aklını kullanabilecek yetilere sahip olmalı. Beyni gelişmeli. Yazar kitabının her şeyiyle ilgilenmeli. Duygu-düşünce evrenini, fiziksel ruhsal tüm özelliklerini bilmeli kahramanın. O verimli yüzülen alan hem donatılmalı hem kontrol edilmeli, böylece kahramanın kimliği neye doğru evriliyor, izlenmeli. Bu arada gerçek bir dünyaya doğacak bu çocuk. Düş gücü, aklı tamam da gerçek bir dünyada gözlerini açacak. Ayağı yere basmalı. İçinde bulunduğu evren, gerçekten yola çıkıp, eğlenceli serüvenlere yol alırken, gerekirse mizahı da içermeli. Çocuk, genç ve tüm insanlar, merakla aynı serüveni yaşayıp yaşama sevincine katılmalı.
Bazen yarattığı kahramanın (bebeğin) kendisi oluverir yazar. Onunla konuşur. Bebek karındayken de anlar dış dünyayı. Serüven yaşar. O sonsuz güzel serüvenin içinde yazar ve yarattığı kahraman sevgiyle buluşurlar. Bir bütün olurlar. İşte yaratı budur.
4. Kahramanla özdeşleşmek: Başlığımıza dönersek çocuk-genç gibi olmalı yazar. Onun gibi duyumsamalı. Ne eksik ne fazla. Kocaman okyanus içinde bebecik-yani roman kahramanımız kaybolmasın sakın. Sıkı kurallara, üstten bakmalara, öğüt vermelere de gerek yok. Doğacak bebek yani “kitap kahramanımız” duyarlıdır çünkü, tüm bebekler gibi. Kırılıverir, hemen hastalanır. Bu güzelim ortamda bırakın onu geziversin, özgürce dolansın, siz onu izleyin yeter. O yolunu bulur, büyür.
Yine de unutulmasın sakın, kahramanımızın okurları çocuk ve gençler. Yaşam deneyimleri yaşları kadar. Yetişkin olsalardı, bu yazar saçmalamış der bırakırlardı kitabı. Oysa onlar yazılan pek çok şeyi doğru sanabilirler. Bu yüzden iyi edebiyat tamam, ama verilen fikir- düşünce iyice tartılmalı, araştırılmalı. Yazar sorumlu her şeyden.
5. Beklenen gün geldi. Bebek doğdu. Bir tansık bu. Yepyeni, yeryüzünde daha önce olmayan bir şey doğdu. Beslendiği kaynaktan koptu bebek, kordon kesildi. Yazar (anne-baba) şaşkın ama sevinçli. Kitap da (doğan bebek de) şaşkın. Gerçek dünyaya merhaba dedi, havayı soludu, ingaa dedi. Yeni bir dünyaya doğdu, uyum sağlaması gerek.
Yazar bilgisayarın başına oturur. Yani ben otururum. Elimden geldiğince incelerim yarattığım bu kitabı. Türkçesi iyi mi? Fazlası, eksiği var mı? Bebek sağlıklı mı yani? Saçı taranır, düzeltilir, bir daha, bir daha… Biraz da beklemeli. Uyusun. Kitaplar (bebekler) uyudukça güzelleşirler, büyürler. Şöyle uzaktan, nesnel bir şekilde bakmalı. Ah yavrum, vallahi güzel oldun! Bir daha bakayım sana! Yerli yerinde mi her şeyin?
Tüm bu çabalara karşın bazen kitap kötü olabilir. Yapacak hiçbir şey yok. Yaşam sürprizlerle dolu. İyi ya da kötü. Önemli olan yola devam. Kötü kitap çöpe gitmeli.
Yılların deneyimi bana bunları öğretti. İki kitabımı yırtıp attım. Benim beğenmediğim bir şeyle çocukları asla karşılaştırmak istemedim. Şimdi jürilerde görev aldığımda, önüme çıkan bazı kitaplar beni şaşırtıyor. Nasıl bunca özensiz yazılabilir ve basılır bir kitap! Çocukların o güzelim estetik duygularını yok edip sıradanlığa alıştırılmalarını istemiyorum. Niteliği, güzelliğin ne olduğunu bilmeyen bir okur bu özellikleri neden arasın ki!
Bu arada, iyi ki diyorum, çocukluğumda çok güzel kitaplarla tanışmışım. Beni tanıştıranlara gönül borcum var. Şimdi de özenli kitap yayımlayan yayınevleriyle çalışmayı yeğliyorum. Böyle yayınevlerinin çoğalmasını diliyorum.
İyi yazarlarla karşılaşınca mutlu oluyorum. Ben yazmışım gibi. Güzel, sağlıklı bir bebek doğmuş gibi.