Özel Dosya: Yapay Zekâ
2 Mayıs 2024
Söyleşi: Sevda Müjgan
Çiğdem Ülker, Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Aynı üniversitenin felsefe bölümünde İoanna Kuçuradi yönetimindeki tezini hazırlayarak master yaptı. Hacettepe Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Makedonya’da St. Kiril & Metodiy Üniversitesi Filoloji Fakültesinde ve Beyaz Rusya’da Minsk Devlet Üniversitesinde ders verdi.
Yapıtları
Makedonlar İçin Türkçe (1994)
Makedonya Türk Edebiyatında Kimlik Sorunu (1998)
Eleştirinin Odağında (2007)
Ekinle Gelen (2013)
Zamanın Kapıları (2015)
Sayfaya Yansıyan Hayattır Edebiyat (2017)
Yazmak… Zamanı Aşmak (2021)
Buluşmalar: Zamanlar-Kentler-Kitaplar (2021)
“Kuşkuyla ya da güvenle.
Bu yoldan başka bir yol olmadığının çoktan farkındayız.”
Sevda Müjgan: Toplumsal değişimler yaşandıkça, teknoloji geliştikçe, yeni araçlar ortaya çıktıkça sanatın/edebiyatın da değişmesi olağan/kaçınılmaz değil mi? Sanat/edebiyat, asla yerinde saymamış ve saymayacak. Ancak sanatla birlikte anılan yeniliklerin başlangıçta bizleri kuşkuya düşürdükleri görülüyor. Bugün de yapay zekâ teknolojilerine kuşkuyla bakan sanatçılar/yazarlar var. Söyleşimize “Çiğdem Ülker, yapay zekâya kuşkuyla bakan yazarlardan biri mi?” diye başlamak istiyorum. Yapay zekayâ kuşkuyla mı bakalım ya da niye kuşkuyla bakalım?
Çiğdem Ülker: “Kuşku” kavramı Türkçede de başka dillerde de biraz olumsuz bir beklentiye işaret ediyor. Bu soru da aynı olumsuz kuşkuyu hissettiriyor, yapay zekânın insan soyunun geleceğini olumsuz anlamda değiştirebileceğini düşündürüyor. Ancak, “yapay zekâyla ilişkimiz” kuşku duymanın ya da güven duymanın ötesinde başka algılara da muhtaç. İçin için hepimiz biliyoruz ki üçüncü bin yılda, bu gezegendeki maceramızın yeni bir eşiğinde, bir sıçramanın, farklı bir aşamanın kapısındayız. Yapay zekâ uygulamalarının bu sıçramanın temel ivmelerinden biri olduğunu görüyoruz.
Gezegenimiz 4.5 milyar yaşında ve insan sadece 150 bin yıldır burada. Soyumuzun tek bir hücreden başlayan yolculuğu şimdi yıldızlara giden bir büyük serüven. Bu yolculukta altını üstüne getirdik dünyanın. Petrol için toprağı, maden için gökleri deldik, uzayı yol ettik. Savaşla ve silahlarla imha edemediğimiz türümüzü acaba yapay zekâyla mı yok edeceğiz? Şimdi, beynimizi yeniden yapılandırmanın, kendimizi klonlamanın, makine insanı yapay zekâyla yaratmanın eşiğindeyiz. Belki soyumuzu ve gezegenimizi yok edecek bir teknolojik felaketin kapısındayız, ama durmuyor, devam ediyoruz. Bu dünyanın akıllı canlısıyız ve müthiş bir hızla yazılıyor hikâyemiz. Öyle hızla ki anlayamıyoruz bile olup biteni.
İnsanız, gezegeni hırsla tüketiyor, savaşıyor, öldürüyor, yok ediyoruz, kendi soyumuzun zayıfına da başka canlılara da acımıyoruz. Tarihimiz biraz da birbirimizi yok etmenin, öldürmenin, soykırımların tarihi. Bilim, sağlık sektöründen daha çok silah endüstrisini besliyor. Drone’lar kan damarlarımızı değil, düşman bellediğinin evini gözlüyor. “Yapay zekâ”nın hızı, hazırcevaplığı, bilgiye saliseler içinde ulaşması ve karar bildiren cümleler kurabilmesi hepimizi ürpertiyor. Ve ne yaşanacağını ve ne yapacağımızı pek bilemediğimiz yeniçağın şafağında, evet “kuşkuyla” soruyoruz kendimize, “Ne olacak bu dünyanın ve insanlığın hali?”
Sevda Müjgan: Yapay zekâ aracılığıyla şiir, öykü, roman gibi yaratıcılık isteyen metinlerin çeyrek yüzyıldır yazılabildiğini biliyoruz. Bugün için bu metinlerin yetersiz kaldığı noktaların yapay zekânın imgesel ve ıraksal düşünememesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz ancak çeyrek yüzyıl sonra yapay zekânın imgesel, ıraksak düşünüşü öğrenmesi belki de mümkün olacaktır. Bu durumda yapay zekâyı yazarın geleceği açısından bir tehdit olarak mı görmeliyiz?
Çiğdem Ülker: Noah Harari’nin “Artık insan bitti” yargısından bu yana on yıl geçti bile. İnternetin kullanılmaya başlaması ancak otuz yılı buluyor ama dijital devrim, insanlığın yazıyı icat etmesinden, matbaayı bulmasından sonraki en ürpertici eşik. Her bilgi süratle eski moda olurken üç boyutlu bir internetin olanakları dijital Darwinizm’in yolunu açıyor. Mark Zuckerberg’in, insanlığı çevrimiçi ortamda birleştirme hayalleri de “metaverse”ün başka bir gerçekliği işaret eden yaklaşımları da eskidi bile. Yarın yeni bir dünyaya uyanacağımızı söylüyor yapay zekânın yeni uygulamaları. Ortak halüsinasyonlar yaratan bir sinemanın ve twitter’in son aşamasına ulaştığımızı, Matrix filminden beri gelişen bir düşüncenin gerçekleşeceğini hissediyoruz. İnternetin, artırılmış gerçekliğin evrimi ile yakında beş duyumuza da hitap edebilen yeni insanlık öyküleri yaratacağını biliyoruz. Bilgiyi sentezlemenin böylesine büyük bir hıza ulaşması geleceğe yepyeni kapılar aralıyor. Yeninin her gün farklı bir yüzünü deneyimliyoruz, internetin meeting ID’sinde buluşuyoruz. Her gün bir diğeriyle tanıştığımız farklı kanalların adresini paylaşıyoruz. Eski alışkanlıklarımızı çoktan unuttuk, teknolojik devrime ayak uydurmaktan başka bir çaremizin olmadığını biliyoruz. Kuşkuyla ya da güvenle. Bu yoldan başka bir yol olmadığının çoktan farkındayız. Durursak geleceğin elimizden kayıp gideceğini biliyoruz. Yüzyıllardır ölüm kusan silahları yaratan insan aklı, bir yandan da şiiri, felsefeyi, edebiyatı yaratıyor. Hikâyemizin bir sayfasına vahşetimiz yazılırken öbür sayfaya âşık olabilen, acı çeken, kendini feda edebilen, kendini affetmeyen, başkası için ölümü göze alabilen yüzümüz yazılıyor.
Arkeologlar, fizyologlar, biyologlar fiziksel varoluşumuzun tarihini yazadursun, sanatçılar görünenin altındaki varlığımızı, bilinçaltımızın rüyalarını, varoluşumuzun o hem hüzünlü hem coşkulu hikâyesini yazıyor.
Edebiyat o en derindeki sesi, en eski şarkıyı dinliyor ve varlığımızın büyük gizini, yaratan ve yaşatan gücümüzü anlatıyor. Daha yazıyı bilmediğimiz, karanlık gecede mağaramızın önündeki ateşin etrafında oturup birbirimize hikâyeler anlattığımız zamanlardan beri edebiyat “biz”i anlatıyor. Kalbimizin o tülden ince örtüsünü sadece edebiyat kaldırıyor. Sayfayı çeviriyoruz, eğilip bakıyoruz, orada Goethe; Genç Werther’in kendinden çok yaşlı Lotte’ye duyduğu tarifsiz aşkı, Tolstoy; Anna’nın Vronsky’ye duyduğu ölümcül tutkuyu, Shakespeare; Romeo ve Julyet’in birlikte intiharını, Ofelya’nın aşkla delirmesini anlatıyor. Edebiyat, antik çağda Paris’in Spartalı Helen’e duyduğu ve Truva’yı yok eden aşkını anlatıyor. Edebiyat, aşkı da yazıyor, vahşetimizi de yazıyor. Çağın gelişmiş MR cihazları, kalbimizdeki ağrıyı görmüyor, cerrahlar kanımızın niçin deli aktığını anlamıyor. Paris’in savaşı niçin göze aldığını. Sezar’ın neden Mısır’ı bırakıp Roma’ya dönmediğini, Sultan Süleyman’ın sevgili oğlu Mustafa’dan niye vazgeçtiğini tarihi bilgiler yazmıyor. Ama değil mi ki yapay zekâ da insan aklının, insan bilgisinin, öngörüsünün, muhayyelesinin bir sonucudur, belki de bu zor soruları ve daha pek çoğunu, yarın hepimizden daha zekice yanıtlayacaktır.
“Şimdi, geleceğin yeniden ve yeni kodlarla şekillendiğini görür gibiyiz. Teknolojik devrimin başka bir dünyayı işaret ettiğini, nesnelerin değil dijital verilerin gündemi belirlediği, her şeyin masa başında şekillendiği bir dünyanın ayak seslerini duyuyoruz.”
Sevda Müjgan: Yapay zekâ, insanın sanatsal anlamda ürtekenliğini köreltebilecek, zamanla da öldürebilecek bir etkiye sahip midir? İnsanın düş gücünü besler mi ya da onu tembelleştirir mi? Ne dersiniz?
Çiğdem Ülker: 2020’lerin başında işçiden bürokrata, akademisyenden öğrenciye kadar milyonlarca insanın etkilendiği bir süreç yaşandı. Dünya yaşama alışkanlıklarını değiştirmek zorunda kaldı. Pek çok sektör faaliyetini sonlandırdı, sokaktaki hayat durdu. Eğitimde, bilişimde, ticarette yeni bir yaşamı tecrübe ettik. Sokakta değil sanal evrende yaşanacak bir düzenin ilk provasıydı bu belki de. Ama her şeye rağmen dünya bir şeyden hiç vazgeçmedi. Kimsenin okuma eylemi ile ilgisi azalmadı. İnsanlar, dijital olanı da basılı olanı okumayı sürdürdü. Teknolojinin sunduğu yeni iletişim olanakları bilgisayarın başındaki insanın parmak uçlarına bağlandı. Şimdi, geleceğin yeniden ve yeni kodlarla şekillendiğini görür gibiyiz. Teknolojik devrimin başka bir dünyayı işaret ettiğini, nesnelerin değil dijital verilerin gündemi belirlediği, her şeyin masa başında şekillendiği bir dünyanın ayak seslerini duyuyoruz. Elle, fiziki güçle yapılan işler yerini zihinsel işlemlere bırakıyor gibi görünüyor. Üç boyutlu yazıcılara alışmaya, metaverse’i anlamaya başlıyoruz. M. Zuckerberg’in şirketinin adı “Face” idi “Meta” oldu. Aristo’nun Metafizik’indeki ile aynı anlamda bir “meta” olmalı bu. “Sonraki, ötesindeki” gibi anlamları var bu eski sözcüğün. Sonrasında ve ötesinde ne var, belki tahmin ediyoruz ama henüz bilmiyoruz. Ama şurası kuşkusuz: Dijital bir çağın parametreleriyle düşünmeye başlayan Z kuşağı ve diğerleri her alanda ve elbette edebiyatta farklı şeyler söyleyecekler.
Sevda Müjgan: “Sanat yapıtı insandan insana bir bağdır, makineden insana değil.” diyerek yapay zekânın ürettiği yapıtlara karşı çıksak bu, ne kadar yerinde olur? Bir şiirin yapay zekâ tarafından yazılması, onu reddetmek için yeterli bir neden midir? (Bager Akbay’ın geliştirdiği Deniz Yılmaz adındaki yapay zeka, 12.000 şiir veri seti üzerinden makine öğrenmesi yöntemi ile şiirler geliştirmiş ve Diğerleri Gibi adında şiir kitabı çıkarmıştı.)
Çiğdem Ülker: Gelecekte söz konusu olabilecek başka bir yaşamsal boyutu, farklı bir varoluşun verilerini bugünün paradigmalarıyla yorumlamak kolay değil. Yakın geleceğin, dijitalin bilgisine olduğu kadar iletişimin bilgisine de sahip yeni bir varoluşu tarif ettiğinin farkındayız.
Yakın gelecekte, yeni mesleklerin yükselen farklı alanlar yaratacağı aşikâr. Zamanın ruhu, yaratıcı ve eleştirel düşünebilen, işbirliği yapabilen, ilişki yönetimde bilgi sahibi ve paylaşımcı çalışanları talep ediyor. Birlikte zihinsel çalışmayı önceleyen alanlar yükseliyor. Kuralları koyanların, tarih boyunca dilin gücünü bilenler, bunu etkin kullanabilenler arasından çıktığı bir gerçek. Hemen her alanda böyle bu, elbette edebiyatta da. Ancak şu da bir gerçek; yeni normalin ve yapay zekânın koşulları bizi kaçınılmaz bir siber çağa doğru iterken ve bütün bu dijitalleşmeye rağmen, sürecin her aşamasında yine de insanın dili ve dokunuşunun en gerekli aşama olduğu da ortada. O dokunuş, makinenin butonu değil insanın bilinci olursa yeni çağ yıkıcı bir değişimi değil, yapıcı bir dönüşümü müjdeliyor olacaktır diye umut ediyoruz. Bunu tahmin edebilmek şimdilik sadece bir kehanet ama eğer insanlık kendini o yeni şafağa taşımayı başarırsa yaratacağı sanatsal ve yazınsal performansı nasıl reddedebiliriz ki?
“Aklımız ve duygularımız her zaman “umut”a kilitli. Düşlerimiz, imkânsızı bile imkânlı kılmaya tanımlı. Zekâmız en olmazlardan yepyeni değerler yaratmaya odaklı.”
Sevda Müjgan: 1954 yılında Roald Dahl, “The Great Automatic Grammatizator” adlı hikayesinde bir makinenin geliştirildiği ve yüklenen bilgiler sayesinde kitap yazabildiği anlatılmaktadır. Makine öyle gelişiyor ki en çok okunan kitabı yazıyor. Hatta belli bir süre sonra tüm raflarda makinenin yazdığı kitaplar yer alıyor. Bu hikayedeki durumla bugün gerçek hayatta karşı karşıya kalıyoruz. Örneğin ABD’li bilimkurgu yazarı Tim Boucher, yapay zeka yardımıyla bir yıldan kısa bir sürede 97 kitap yazmıştır ve bunlardan önemli ölçüde para kazanmıştır.
“Bir yıldan kısa sürede 97 kitap yazmak ve önemli ölçüde para kazanmak” edebiyatın çehresini nasıl değiştirecektir/değiştirecek midir? “Yapay zekâ, insan yaratıcılığının yerini alacak veya insan sanatını değersizleştirecek.” diye ifade edebileceğimiz bir tehlike söz konusudur, diyebilir miyiz? Yapay zekâ teknolojileri sanat yapıtlarının değerini ve önemini azaltabilir endişesi yerinde midir?
Çiğdem Ülker: “Yapay zekâ, sanat yapıtlarının değerini azaltacak mı?” diye düşününce, Nâzım’ın dizelerini anımsadım. “Sende ben kutba giden bir geminin sergüzeştini/ Sende ben kumarbaz macerasını keşişlerin/ (…) Sende uzaklığı sende imkânsızlığı seviyorum/Ama asla umutsuzluğu değil” der. Aklımız ve duygularımız her zaman “umut”a kilitli. Düşlerimiz, imkânsızı bile imkânlı kılmaya tanımlı. Zekâmız en olmazlardan yepyeni değerler yaratmaya odaklı.
Noah Harrari de “Küresel sorunlara küresel cevaplar gerek”,“ Değişmeyen tek şey değişimdir”, “Hayat bir anlatı değil” diyor ve devam ediyor: “İnsanlar bulgular, sayılar veya denklemlerden ziyade anlatılar üzerinden düşünür ve anlatı ne kadar basitse o kadar iyidir.” Yazarın “anlatı” kavramını vurgulaması ilginç ve şimdi bizim baktığımız yerden önemli. Bilinçaltının verilerini yoğun olarak kullanan ve insan zihninin hiç de “net” olmayan bir bölgesinden devşirdikleriyle çalışan “edebiyat” alanında, yapay zekânın ortaya koyduklarını değerlendirmek için sanki biraz daha beklemek gerekecek. Yapay zekânın insan psikolojisinin verileriyle nasıl çalıştığını, edebi metni nasıl oluşturduğunu yavaş yavaş göreceğiz ve değerlendireceğiz elbette.
Sevda Müjgan: Sanatın/edebiyatın yerinde saymadığından, değiştiğinden söz etmiştik. Sözgelimi günümüz romanlarının yapısı 19. yy romanlarıyla aynı değil. Şiirler, yüzyıl önce yazılan şiirlerden farklı. Bu yönüyle düşündüğümüzde yapay zekâ edebiyatı nasıl etkileyecektir? Yapay zekâyı edebiyat için yeni bir olanak, sanatçı için yeni bir araç olarak değerlendirebilir miyiz?
Çiğdem Ülker: Güneşin altında durup gökyüzüne bakan, yaşamak için avlanan, gecenin karanlığından korkan, doğanın bunca hiddetini anlamayan ama anlamaya çalışan ilk çağ insanının merakıyla başlamış olmalı her şey. Orada durmuş yukarıya bakarken aklına düşmüş olmalı sorular. Bu dünyanın, yıldızların, göklerin, dağların, denizlerin; canı acıyan, büyüyen, yaşlanan sonra da ölüp yok olan kardeşlerinin ve kendi varlığının bir nedeni olmalıdır elbet.
Sanat; sözle, sesle ya da bir başka malzemeyle hayatın bir benzerini yapmaktır, bir öykünmedir der ustalar. Doğrudur. Sanatçı, önce doğayı taklit eder, esini doğadan alır. Sesini dinler, mevsimleri seyreder, toprağın kokusunu içine çeker, ağaca dokunur, meyvenin tadını alır. Sonra, gördüğü doğanın ve yaşadığı olayın bir benzerini yapar. Sanatçı, ancak çağlar sonra doğayı ve nesneleri soyutlamayı, düş gücünün sınırlarını gerçeküstü yorumlara taşımayı da başaracaktır.
Bilim de edebiyat da insanı bilmenin birer yoludur. Birbirine sarmaş dolaş büyüyecektir bilginin ve edebiyat ağacının dalları. Daha İlk Çağ’dan beri bilimin de felsefenin de öncelikli sorusudur: dünyayı neyin aracılığıyla kavradığımız. Tecrübelerimiz mi, sezgilerimiz mi, dilsel gücümüz mü yoksa zekâmız mı öncelik taşır?
Aydınlanmanın filozoflarına zihnimiz, hiçbir şey yazılmamış boş bir levha gibidir. Onu dolduracak olan yaşayacağımız tecrübelerdir. Tecrübenin iki yönü vardır. Bilincin dışındaki şeyleri algıladığımız “dış deney” ile bilincin içinde olup bitenleri; duymayı, düşünmeyi, anımsamayı öğrendiğimiz “iç deney”dir. Aslında yazarlar da edebiyata giden yolun “iç deney ve dış deney”den geçtiğini başından beri bilirler.
Sezgici filozof Henri Bergson, bilginin ve kavrayışın temeline “sezgi”yi koyar. Zihnimizin, geçmişe, geleceğe ve şimdiki zamana aynı anda ulaşabilen yetisi, öyküde ve romanda yazarın da başvurduğu varoluşsal bir imkândır.
Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico Philosophicus’ta , dil ve dünya ilişkisini, hayatı dille kavrayan bir tutumla temellendirmeye çalışır. Wittgenstein’a göre dilin imkânları gerçekler dünyasının yapısını da belirler, dış dünya, sözcükler ve önermelerle sınırlıdır. Onu dille ifade etmezsek bir anlamı yoktur. Teleskobunun başındaki bilim insanı, uzaktaki yeni yıldızı görür, ona bir ad koyar, onu dilsel olarak kayıt altına alır. Peki, o ad konulmazsa, o kayıt yapılmazsa yıldız nerededir? Wittgenstein, dile sınır koyup “Dilimizin sınırları dünyamızın sınırlarıdır” derken kişinin var olma sınırlarını, neredeyse onun sahip olduğu söz varlığıyla eşitler. Edebiyatçı dili her dönemde yeniden kurar. Yazarın dünyayı dil aracılığıyla anlatmasının üstünde temellenir edebiyat. Immanuel Kant, Saf Aklın Eleştirisi ve Pratik Aklın Eleştirisi’nde ham algılarımızı ancak nicelik, nitelik, nedensellik, zaman ve mekân çerçevesi içine yerleştirerek anlaşılır hâle getirebilen bir “akıl”dan söz eder. Kant’ın kategorik kalıplarını has edebiyat eserinin yapısında da izlemek olasıdır. Bu adımları takip edersek edebiyatın başıboş çağrışımlarından ibaret olmadığını fark ederiz. Edebiyat, zihnimizin bir üst etkinliğidir. Yaratıcı zekânın ürünü edebi metinler; felsefenin ve bilimselliğin söz ettiği kalıplara, niceliğe, niteliğe, nedensellik bağlantısına, zamanın bilgisine, mekânın çerçevesine, ilişkilerin değişimine dikkat ederek oluşur. Filozofun ön gördüğü bilinç basamakları, yazınsal anlatımın da adımlarıdır. Bir edebi yapıtın kurgusal ögeleri, bilincimizin kalıplarıyla hemen hemen aynı yapıyı izler. Edebiyat ile bilimin yolu metinde defalarca buluşur.
Sevda Müjgan: Söyleşimizin vardığı bu noktada, yapay zekâyla işbirliği yaparak çalışmaktan yana olmak en iyisi mi diyelim? Yapay zekâyla birlikte sanat/edebiyat dünyasında bir değişim söz konusu olacaksa onunla nasıl başa çıkacağımızı bilmek mi gerekir? Sizin bu konudaki tutumunuz hangi yönde?
Çiğdem Ülker: Değil mi ki bilim de edebiyat gibi dünyayı anlamanın ve hayatı kavramanın bir diğer yoludur; yazarın söylediğiyle bilim insanının keşfi elbette sık sık buluşacaktır. Bilginin meşalesi, edebiyatçının kaleminde de şavkıyacaktır. Yazarın sesi ve sözü bilim insanının sesine karışacak onu daha coşkun kılacaktır. İnsanın yaratıcı gücü Nâzım Hikmet’in Saman Sarısı’nın dizelerindeki gibi akacaktır:
“Bir ulu ırmak akıyor insanın eli ilk mağaraya ilk bizonu çizdiğinden beri / Sonra bütün çaylar, yeni balıkları, yeni su otları yeni tatlarıyla dökülüyor onun içine ve kurumayan uçsuz bucaksız akan bir odur.”
İnsanın evrendeki macerası sürdükçe yoldaşımız olacaktır edebiyat. İster yapay ister doğal zekânın yardımıyla, zamanlar boyu “bir ulu ırmak gibi” hep yanı başımızda.
.