Çiğdem Sezer’le “Hayat Pastanesi” Üzerine Söyleşi

1 Eylül 2024
Bizim Çağ Edebiyat

Bizim Çağ Edebiyat: Yetişkinler için yazarken yolunuz çocuklar ve gençlerle nasıl kesişti?

Çiğdem Sezer: Ben de buna tam bir cevap veremiyorum ama şunu biliyorum, iyi ki kesişti, iyi ki öyle oldu. Başlangıçta endişelerim vardı, isteksizdim, öneriler geliyordu, hayır diyordum ama bir şekilde ilk denememi yaptıktan sonra çocuk ve gençlik edebiyatının insana nasıl farklı alanlar ve kapılar açtığını fark ettim. Yaklaşık on yıl oldu ve bugün iyi ki öyle olmuş diyorum. Çocuklara ve gençlere yazmak, onların dünyasına yazdıklarınızla girebilmek, yazdıklarınızı yüz yüze paylaşıp geri dönüş alabilmek müthiş bir duygu. Sizi duygusal anlamda besliyor, size farklı kanallar açıyor, sosyal anlamda daha farklı yerlere açılabilmenize olanak tanıyor. Kendinizi iyi hissetmenize, umudunuzu diri tutmanıza yarıyor. Yetişkinlerin genellikle her şeyin köşeli düşünüldüğü, kemikleştiği dünyasında ortak paydada buluşulmasına fırsat tanıyor. Benim yazma nedenim, gençlere birtakım öneriler sunmak, onlara ufuklar açmak değil. Öyle ulvi amaçlarım yok. Kendimi iyi hissetmek istiyorum. Yazmanın bana iyi geleceğini bildiğim için yazmaya değer olduğunu düşündüğüm konularda yazıyorum. Ama kendiliğinden bir yol açma, ufku işaret etme olanağı da doğuyor elbette.

B. Ç. Edebiyat: Çocuklar ve gençler için yazmanın yetişkinler için yazmaktan farklı yönleri nelerdir?

Ç. Sezer: Temelde yok. Sonuçta yaş grubu ne olursa olsun, siz edebiyat sınırları içinde bir şeyler (şiir, roman, öykü) yazmaya çalışıyorsunuz. Yetişkinler için yazarken öncelediğim neyse çocuklar için de aynı şeyleri önceliyorum. Şiirde özellikle, imgenin kullanılması, çağrışımsal alan zenginliği, kavramların farklı verilebilmesi, soyut somut kavramlar…  bunların hepsi yetişkin edebiyatında benin için nasıl önemli ve değerliyse çocuk edebiyatında da öyle. Çocuk edebiyatında üstüne eklediğim başka şeyler de var; pedagojik olarak dikkat etmemiz gerekenler…  Ama bu asla şunu yazmayayım, bunu yazmayayım biçiminde bir sansür değil. Konu genellikle değişmiyor. Yani tüm trajik dediğimiz konuları yetişkinler için olduğu gibi çocuklar için de yazabiliyoruz.  Sadece onların algı ve kavrama düzeylerini, pedagojik özelliklerini göz önünde bulundurmak zorundasınız. Edebi anlamada hiçbir fark yok, bütün edebi kriterler yetişkinlerde ne ise çocuklar için de geçerlidir.

B. Ç. Edebiyat: Sizi “Hayat Pastanesi”ni yazmaya götüren süreçten söz edebilir miyiz?

Ç. Sezer: 12 yaş ve üstü yaş grubu, bizim edebiyatımızda ihmal edilmiş. Küçük yaş grupları için çok fazla ürün var. Yelpaze çok geniş. 12-18 yaş arası bir kısırlık söz konusu.Şimdi kimi yayınevleri doğru bir manevrayla o alana girdiler. Benim de yetişkin edebiyatından birdenbire küçük yaş gruplarına değil de arada kalan gruba yönelik bir şey yazmayı düşündüğümde Hayat Pastanesi ortaya çıktı. Teknik olarak çok kavramsal düşünüp şu yaş grubuna yazayım, şunu yazayım, kahramanlar bu olsun diye planlamadım. Ben hiçbir anlamda böyle üretmiyorum, diğer kitaplarım için de geçerli bu. Beni ne etkiliyorsa, yüreğime ne dokunuyorsa onları bir araya getirip onlardan bir bütün oluşturmaya çalışıyorum. Hayat Pastanesi de öyle oldu. Üniversiyete hazırlanan gençler, onların sorunları, neyin aşk olup olmadığı, hayranlık mı aşk mı, önyargılar, meslek seçimleri… bunlar hepimizin olduğu gibi benim de çevremde dönüp duruyordu. Bana kalan sadece onları edebi kurguyla bir araya getirmek oldu. Diğer bütün kitaplarım gibi onu da çok severek yazdım. Beni mutlu eden gençlerin de okurken keyif aldıklarını söylemeleri oldu.

B. Ç. Edebiyat: Hayat Pastanesi adının ben de iki yönlü çağrışımı oldu. Bir pastanenin içine sığan hayat. Pastanenin sahibi Rasim için bunu düşünebiliriz. Kitabın ana kahramanı Ozan içinse hayat bulduğu yer olarak yaklaşabiliriz. Aşkı, o pastanenin içinde bulacaktır. Siz kitabınıza bu adı seçerken neler düşündünüz?

Ç. Sezer: İki çağrışımı da düşünerek yazdım. Hem İlkay ve dedesinin pastanesi hem de mekan olarak Ozan’ın, İlkay’ın, tüm gençlerin kendilerini bulabilecekleri bir merkez, hayat mekanı. 

Pastaneler bize değişik tatlar, kokular sunar. Çok fazla seçenek vardır, önemli olan biz bu kokuların, tatların hangisinden hoşlanıyoruz, hangisi bizim işimize yarıyor, hangisiyle hem mutlu hem de ayaklarımızın üzerinde durabileceğimiz bir gelecek inşa edebiliriz? Çoğu zaman kitabımı imzalarken öyle yazarım, hayatını okura (kimin adına imzalıyorsam) mutluluk verecek, ayakları üzerinde durmasını sağlayacak kokuları ve tatları veren geniş bir pastanedeymiş gibi yaşamasını diliyorum. Bu tür notlar düşüyorum.  

B. Ç. Edebiyat: Genç okurunuz, kitabın ana kahramanı Ozan’da kendisinden bir şeyler mutlaka bulacaktır. Ozan, üniversiteye girme savaşından yenik çıkmış bir genç. Bunu savaş diye nitelendirmek yanlış olmaz sanırım. Bu, gençlerin zorunlu olarak katıldığı bir savaş. Barış umudu da ufukta görünmüyor. Bunu biraz açalım mı?

Ç. Sezer: Açtıkça derine batıp çıkamayacağımızı bildiğim için bu konuyu açmaktan çok hoşlanmıyorum ama bu, kesinlikle dediğiniz gibi bir savaş. Bizim öğrencilik yıllarımızda üniversite dönemiyle başlayan bir savaştı, şimdi çocuklar daha 10-12 yaşlarındayken başlıyor bu savaş.  Keşke öyle olmasa… Kendi ailemizde bile inandığımz ilkelere ters hareket etmek zorunda kalıyoruz. Öyle işleyen bir mekanizma var, siz kendi çocuğunuzu, torununuzu, yeğeninizi bu mücadelenin dışında tutamazsınız. O zaman o çocuklar baştan kaybetmiş olur. Hep birlikte ortak bir geleceği yaşayacaklar. Gençlerimizin hem ekonomik olarak ayakta durabilecekleri hem de mutlu olacakları bir meslek sahibi olmasını istiyoruz. Oysa çoğu zaman ikisi arasında bir tercih yapmak zorunda kalıyorlar. Bizim bu konuda bireysel olarak yapabileceğimiz bir şey yok. Biz yazarlar, düşüncelerimizi ya da sorulduğunda konuşmalarımızla dile getirebiliriz. Sistemin kendini yenilemesi, değişmesi gerekiyor.  Belki meslek liselerinin farklılaşması gerekiyor.  

B. Ç. Edebiyat: Meslek seçimi, insanın yaşamı boyunca aldığı en önemli kararlardan biri. Öyle olduğu halde pek çok insanın gönlündeki meslekle yaptığı işin aynı olmadığını da biliyoruz. Kitapta dikkatimi çeken noktalardan biri Ozan’ın ve annesinin bu konuda aradaki uzun yıllara rağmen benzer bir yazgıyla karşı karşıya kalmaları. Anne peyzaj mimarı olmak isterken babasının karşı çıkmasıyla hemşireliği seçmek zorunda kalıyor. Ozan da gastronomi okumak isterken ona Tıp Fakültesine girmesi dayatılıyor. Olaya ebeveynler ve gençler açısından bakıldığında görünen manzara niye aynı değil? Bu kısır döngü niye? Mesela siz de kendi çocuklarınızla böyle bir ikilem yaşadınız mı?

Ç. Sezer: Hep yaşıyoruz bunu. Ben kendimden yola çıkarsam Ozan’ın annesi Güler Hanım’ın hemşire olması, benim hemşirelik lisesi mezunu olmamdan kaynaklanıyor. Anne bir meslek sahibi olacaksa bunun da ikna edici olması için benim çok iyi bildiğim bir alan olması gerekiyordu. Bu nedenle hemşireliği seçtim. Bizim gençliğimizde açıkça söylemek gerekirse kimse bize sen ne okumak istiyorsun, neye yeteneğin var diye sormazdı. Ben ilkokuldan beri kendi kendine güzel metinler, şiirler yazan ama bundan kimsenin haberinin olmadığı bir çocuktum. Kimse benim ne yaptığımın farkında değildi, doğal olarak ben de ne yaptığımın farkında değildim yani şairlik, yazarlık, edebiyat aklımın ucundan bile geçmiyordu. Bırakın ebeveynleri, dört yıl yatılı okuduğunuz bir okulda öğretmenleriniz sizi tanımaz mı? Onların da böyle bir girişimi olmadı. Ben hiç ilgim olmayan bir alanda hemşirelik okudum. Bu tamamen rastlantısaldı.  Daha sonraki öğretmenliğim de rastlantısaldı çünkü çalışarak okumak zorundaydım, evliydim, iki çocuğum vardı ancak orada okuyabiliyordum. Ayrıca çocuklar bir meslek seçmeden önce kendilerini de doğru tanımalıdır. Bana mesela seç deselerdi, hemşireliği ya da öğretmenliği, ikisini de seçmezdim. Öğretmenliğin bana uygun olmdığını düşünüyordum çünkü çevrem bana öyle empoze etmişti. Sen agresifsin, çabuk sinirleniyorsun, sabırsızsın. Ben de öğretmen olursam öğrencilerimi incitirim düşüncesiyle öğretmen olmak istemiyordum  ama sonra gördüm ki ben bu hayatta en iyi yapabileceğim iki mesleği seçmişim. Tamamen bilinçsizce. İkisinin de malzemesi insan. Hemşirelikte de öğretmenlikte de insanla uğraşıyorsunuz. Ben ne kadar sabırlı bir insan olduğumu öğretmen olduktan sonra öğrencilerimden öğrendim.  O nedenle çocuklara özgürlük alanı tanıyalım ama önce çocukların o alanda doğru seçim yapabilmeleri için kendilerini tanımalarına olanak verelim.  Z kuşağında hatta arkasından gelen harfi belli olmayan kuşakta bu ne kadar mümkün olabilir  çünkü onlar büsbütün ekranın içinde yaşıyor, oradan çıkınca sudan çıkmış balığa dönüyorlar. Ben kendi torunuma soruyorum mesela, hâlâ anlayabilmiş değilim, ne yapabilir, ne yaparsa mutlu olur gelecekte, hem hayatını kazanacağı hem de mutlu olabileceği meslek ne olabilir? Onda bile çözüme ulaşamıyorsunuz. Bu çok yönlü bir denklem, bir bilinmeyeni yok. Çocukları yalnızca avukat, hakim, mühnedis gibi klasik mesleklere yönlendirmek de doğru değil. Ozan, gastronomiyi seçti. Bu o kadar zor bir alan ki. Öyle filmlerde görüldüğü gibi İtalya’ya gidip, iki ay ders alıp ardından çok paralar kazandığın bir meslek değil. Gecesi gündüzü belli olmayan bir meslek. Belki gençlere mesleklerin gerçek dünyada nasıl olduğunu gösteren denemeler yaptırılabilir. Kısa süreli simülasyon hayatlar gösterilebilir. 

B. Ç. Edebiyat: Bu düzenin, insanın özgürlüğüyle arasına giren aşılmaz bir engeli var. Ozan’ın ağabeyinin ağzından dile getirelim:  “Özgür olacakmış! Sevsinler! Okul yoksa iş yok. İşin yoksa paran yok. Paran yoksa, al sana özgürlük!” Ozan’ın ağabeyine hak mı vereceğiz? “Dünyanın gerçeğini değiştiremezsin.”

Ç. Sezer: Elbette Ozan’ın ağabeyine hak vermeyeceğiz. Ben onu özellikle yazdım çünkü itirazlar o yönde geliyordu. Çocuk ben ressam olmak istiyorum diyor, müzik yapmaktan mutlu oluyorum diyor,  edebiyatla uğraşmak istiyorum diyor;  ben de kitapta değil ama gerçek hayatta ona şunu söylüyorum: Evet, bana kalsa belki edebiyat profesörü olurdum, edebiyat fakültesinde okurdum, edebiyatla ilgili bir şey yapardım ama yapamadım. Bu benim edebiayatla uğraşmayacağım anlamına mı geliyor? Hayır.  Ben varım.  Somut olarak buradaysam, bu yapıtlarla karşınızdaysam demek ki olabiliyor. Özgür olmak istiyoruz ama malesef bizim ülkemiz o anlamda sınırsız özgürlüğü bize vermiyor. Bir işi özgürlük alanı olarak görüyorsanız diyelim resim, müzik, edebiyat, dans, her ne ise bundan para kazanamayacağınızı biliyorsunuz, o zaman bir yandan para kazanacağınız bir işi yaparken diğer yandan da size özgürlük alanı tanıyacağını düşündüğünüz mecra ne ise orada varlık mücadelesi verebilirsiniz. Bu kolay mı? Hiç kolay değil ancak gerçekten  o özgürlüğü yaşamak istiyorsanız o bedeli öder, o alana adım atarsınız. 

B. Ç. Edebiyat: Aşkın ve evliliğin mutlaka birbirine bağlanması gerekmiyor. Ancak özellikle bizim gibi toplumlarda böyle bir beklenti var sanırım. Kitapta aşka, Ozan’ın ve annesinin penceresinden bakıldığında görünenler aynı değil. Annenin “…(evlendikten)  altı ay, bilemedin bir yıl sonra baban gibi olacaksan yakma derim kızın başını!” cümlesi çok iç acıtıcı. “İnsan olduğumu unuttum.” diyor. Buna okurunuzu “kadın sorunları” üzerine düşünmeye bir çağrı olarak da görebiliriz. Ozan’ın ananesine ilişkin şu belirlemesi de çok düşündürücü. “(Annem) Salondaki eşyalardan biri gibi. Örneğin kanepe. Hep oradadır, ama bir gün biri rengini sorsa düşünmeden yanıt veremezsin. Ancak oturmak istediğinde, kıçüstü düşünce anlarsın yokluğunu.” Çok güzel belirlemişsiniz.Kısır bir döngü. Bu döngüyü kırma umudu üzerine neler söylersiniz?

Ç. Sezer: Burada da meslek seçiminde olduğu gibi bireyin kendini çok iyi tanıması  gerekiyor.Romanlarda da özellikle değinmeye çalışıyorum, biz ikili ilişkilerde aşk olanla olmayanı  birbirine karıştırma eğilimindeyiz, bunu çok yapıyoruz, aşkın her şeye yetebileceğini düşünüyoruz çünkü kısa sürede ne olup olmayacağını anlamamız mümkün değil, müneccim değiliz. Ancak benim bildğim şu var: Aşk dahil bütün ilişkiler ancak sınanarak yerini bulur. Bir yazar, kim olduğunu hatırlayamadım, şiiri şiddetli bir aşk ilişkisine, romanı da evliliğe benzetiyordu. Adı evlilik olsun ya da olmasın, uzun vadeli birliktelikler daha çok uyum ve denge istiyor. Evlilikte sesinizin bir maraton koşucusu gibi sonuna kadar yetebilmesi gerekir. Bunu da Ozan’ın annesi gibi bir zorunluluk ve kendinden geçme haliyle değil, ortak bir paydada buluşup duygudaşlık kurarak gerçekleştirmek gerekiyor. Bu, biraz da şans. Ne kadar ince eleyip sık dokusanız da yanılgıya düşme olasılığınız var.  Ben insanların, evli olsunlar ya da olmasınlar, birlikte bir şeyler yapabilmesini, birlikte zaman geçirebilmesini önemsiyorum. Çok büyük bir şeylerden söz etmiyorum, tavla da oynayabilirler, film de izleyebilirler, bunu yapabiliyorlarsa elbette her şeye yetmez ama bu, bir şeyler yolunda gidebilir demektir. Çocuklar bazen Ozan’la İlkay evlenecekler mi diye soruyorlar. Neden evlenmediler? Onlara anlatmaya çalışıyorum, evlenmeyebilirler de, bir yıl sonra her şey bambaşka da olabilir, önemli olan bir şeyi yaşarken derinlemesine, kendini zenginleştirecek biçimde yaşamaya çalışmaktır. Duygusal ilişkiler, beş sene on sene sonra ne olacak diye öyle hesaplı kitaplı yaşanmıyor. O yüzden de ben Ozan’la İlkay’ın ilişkisini ucu açık bıraktım, onlara seçme hakkı tanıdım, nsasıl istiyorlarsa öyle yapsınlar.

B. Ç. Edebiyat: Kitapta Ozan haklı bir isyanı dile getiriyor: “Birileri gömlekler biçip dikmiş, doğar doğmaz hoop üstümüze geçiriyorlar. Okula git, arkadaşını sev, eşyalarını paylaş, sonra yine okula git, şu saatte yat, şu saatte kalk, şimdi ye, şimdi yıkan, şimdi şimdi şimdi… Büyüyeyim dersin, bazı şeyler değişir belki dersin, yok, değişmez!” Bu deli gömleğini kimsenin ona giydiremeyeceğini düşünür. Pek çok insan belki de böyle hissetti ancak hayat, o deli gömleğini bedenlerine sıkı sıkıya sarmayı sürdürdü. Ne yapmalı bu deli gömleğiyle? 

Ç. Sezer:Anarşist bir yaşam biçimi seçiyorsan o ayrı ama bu toplum içinde kendine bir yer edinmek ve var olmak istiyorsan adı deli gömleği olmasa da bunu bir biçimde yumuşatabiliriz,  hepimizin birtakım rolleri var.  Öğretmen olarak canım hiç istemediği halde sınıfa girmedin mi ya da yemek pişirmek istemediğim halde mutfağa girmedim mi? Sevmiyorum ama  yapıyorum, pek çok sevmedğim şeyi yapıyorum. Bizi bunu yapmaya iten nedenlerimiz var: çocuklarımı seviyorum, onlar için yapıyorum; ailemi önemsiyorum, onlar için yapıyorum.  Özgür olmak bütün bu rollerden sıyrılıp bir yerde bir başına kalmak değil. Ben bunun özgürlük olduğunu düşünmüyorum. Özgür olmak için de başkalarına ihtiyacımız var. Benim oradaki (kitaptaki) özgürlükten kastım, aslında bunu açık açık vermek istemedim, her genç kendi alanını açabilecek durumda. Bize bunu sadece ve sadece sanat sağlar. Dünyanın öbür ucuna da gitseniz o gezi bittikten sonra sizde kalan birkaç güzel fotoğraf ve anı olur. Elbette bunlar da çok güzel zenginlikler ama benim bildiğim özgürlük alanı sanattır, orada tam anlamıyla özgür olabilir, üretebilir, kendi istediğiniz dünyayı yaratabilirsiniz. Onun dışında toplumsal yaşan dünyanın neresinde olursanız bireye birtakım roller sunar, gömlekler biçer. Ülkeler arası ne  fark eder dersek gömlekler boya bedene göre değişiktir, bizdeki daha dar  gelebilir, uzun gelebilir. fark budur. Her toplumda bireyler için biçilmiş roller, o rollere uygun üniformlar vardır.

B. Ç. Edebiyat: Kitapta Ozan’ın üzerinde dedesinin çok büyük bir etkisi ve rolü olduğunu görüyoruz. Dedesi ölünce kendisini dünyada bir başına kalmış gibi hisseder. Bu dede-torun ilişkisine baktığımız zaman dedenin Ozan’ın yaşamındaki bu büyük yerini nasıl açıklarız? Buradan aile içi ilişkiler üzerine de birtakım sonuçlara gidebilir miyiz?

Ç. Sezer: Ozan’ın dedesiyle  ilişkisi özel bir ilişki çünkü dede çok özel bir insan. Ben bunu da özellikle yaptım. Gençlere hem onların yaş ve konumlarına uygun bir hayat ve ilişki biçimi sunmak hem de farklı yaş grubundaki insanların duyguları ve yaşantıları olduğunu göstermek istedim. O iki duygu dünyası arasında gençler ve bir önceki kuşağın duygu durumları, duyguların yaşanması anlamında farklılıklarını hissettirebilmek istedim. Gençler, yaşlıların hiçbir şeyden anlamadıkları, onların bir işe yaramadıkları gibi olumsuz birtakım düşüncelere sahipler. Belki biz de o yaşlarda aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyorduk. Annelerimiz, anneannelerimiz bize de derlerdi “Ah, daha dün gibi, senin yaşındaydım!” Bize inandırıcı gelmediği gibi gençlere de gelmiyor. On iki yaşındaki torunuma da benim de bir zamanlar on iki yaşında olduğum, orta okula gittiğim inanılmaz geliyor. Çocuk size bir sıfat veriyor, sizi dedenin, ninenin içine sıkıştırıyor. Bir yandan toplumun ona bir gömlek sunduğundan, kendisini o gömleğin içine hapsetmek istediğinden şikayet ediyor, diğer  yandan da bir önceki kuşağa kendisi bir gömlek biçiyor, onu bir çerçevenin içine yerleştirip  o çerçevenin dışına taşabileceğini düşünmüyor.  Dedesiyle Ozan arasındaki o farklı ilişkiyi vermemin bir nedeni buydu  Biraz da nostalji duygusu, mekanikleşmeyle kaybettiklerimiz bunda rol oynadı.  Radyodan dinlediğimiz müzikler…  Gençler bunu bilmiyor bile, radyo görmemiş birçoğu, düğmesini çevirmeyi bilmiyor. Birtakım dizeler, eski şarkılar kulaklarına çalınsın istiyorum, eski müziklerden haberleri olsun istiyorum. İşe de yarıyor, pek çok okulda, Hayat Pastanesi ile ilgili etkinliklerde  okul korosu, koro yoksa bile birkaç yetenekli çocuk kitapta geçen şarkılardan repartuvar oluşturup sundular.  Gençler “Mazi kalbimde yaradır”ı söylüyordu. Lise öğrencilerinin kulaklarında hoş bir seda olarak kalsın istediğim için o kuşağın hikayesini de ekledim Hayat Pastanesi’ne.

B. Ç. Edebiyat: Kitap üzerine söylenecek aslında daha çok şey var. Biz gerisini okurlara bırakarak sözü genel bir soruyla bağlayalım. Çocuklar ve gençler için yazmak isteyenlere öncelikle neler önerirsiniz? 

Ç. Sezer: Öneri konusu beni geriyor. Biri bana bir şey önerdiği zaman çok da kabul edecek gibi değilim ama kendi adıma nasıl yol aldım, ilerledim, ne yapmaya çalışıyorum, onu söyleyebilirim. Çocuklar ve gençler için yazmak, bir kere ben çocuklar ve gençler için yazmak istiyorum demekle olmuyor. Ben ressam olmak istiyorum diyerek ressam olunamayacağı  gibi. Ben Cin Ali çizerim, başka bir şey çizemem ama ressam olmak istiyorum. Öyle bir şey yok. Buna gerçekten yeteneğiniz varsa kişi bunun farkındadır.  Adını koyamıyor olabilirsiniz ama ilkokuldan beri eli kalem tutan herkes bu konuda yeteneği olduğunu bilir. Kelimeleri koşulsuz seveceksiniz. Kitabım olsun diye değil, bu kitap okura ulaşsın, çok satsın diye değil, tamamen karşılıksız, büyük bir aşkla seveceksiniz.  Bunun böyle olduğuna  gerçekten inanıyorsanız kendinizi gösteriyorsunuz. Ben neden 30 küsur yıl sadece şiir yazdım çünkü o bana iyi gelecekti, yapmak istediğim şey oydu. Ben şiirde bir kimlik oluşturmak istiyordum. Sorduğunnuz sorunun gizli öznesi her kimse onun da buna karar vermesi gerekiyor. Gerçekten en iyi yapabileceği şey çocuklar ve gençler için yazmaksa bunu yapmalı. Yoksa çocuk ve gençlik kitapları satıyor, basılıyor diye yapılacak iş değil. Çocuklar ve gençler için yazmak istiyorum, bu alanda iyi olduğuma inanıyorum diyorsanız  o zaman o alanın en iyilerini okuyacaksınız.  Ben nasıl şiir yazarken bugün olduğu gibi çok genç yaşlarda da ders çalışır, üniversite sınavına hazırlanır gibi ustaları okuduysam; dize dize, imge imge irdelediysem  öyle o alanın en iyilerin okuyacak.  Kim ne yazmış, nasıl yazmış, bunları bilmek zorunda. Yanı sıra nasıl yazmamalı konusunda kötüleri de okumalı.  Bunların dışında yapabileceği bir şey yok. Tamamen yeteneğiyle ilgili. Bazen dili nasıl ayarlıyorsun diye soruyorlar. Samimi olarak söylüyorum, hiçbir şey yapmıyorum. Kalbimi, ruhumu, beynimi özgür bırakıyorum. Kendimi o yaştaki çocuğun yerine koyup onun gözüyle görmeye, onun beyniyle düşünmeye, kalbiyle hissetmeye, onun aklıyla yazmaya çalışıyorum. Benim bildiklerim bunlar. Kervan yolda düzülür misali yaza yaza öğrendim. Bugün de hâlâ en iyi bildiğim yol, yazarak öğremeye çalışmaktır. Deneyecekler en iyisi olduğuna inanana kadar.Dosyanızın en iyisi olduğuna inanıyorsanız bir yayınevine başvurun.  Yazar adayı şuna karar vermeli öncelikle, ben kitap sahibi mi olmak istiyorum, iyi bir yazar mı? İyi bir yazar olmak istiyorsa bu işi aşkla yapacak, en iyisi olduğunu düşünene kadar bıkmadan usanmadan deneyecek. Delete tuşuna basmaya korkmadan yazacak.  Aynı dosyayı üç kere, beş kere, altı kere yazmayı göze alacak.