21 Mayıs 2023
Annemden Dinlediğim Masallar

SULTANSU ESEN
Annem Saadet Orhan’a Özlemle
Bir varmış, bir yokmuş, bir zamanlar küçük bir köyde yoksul bir kadınla oğlu Kavruk yaşarmış. Ana oğul, o kadar yoksullarmış ki ne ekecek tarlaları ne içecek ayranları varmış. Varsılların biçtikleri tarlalara gider, başak artıklarını toplarlarmış. Topladıkları bu artıkları döver, savurur, kışlık azıklarını hazırlarlarmış.
Kavruk, kışlıklarını hazırlamanın dışında kalan zamanlarda varsılların tarlalarından karga kovalar, sürülerine çobanlık yapar, gezip dolaştığı yerlerde bol bol düş kurarmış. Düşlerinde hep güzel bir kentte yaşamak, güzel yemekler yemek, güzel evlerde oturmak, güzel giysiler ve pabuçlar giymek varmış. Olanak buldukça şehre gidip gelen köylülerin serüvenlerini dinler, onlarla birlikte bir gün o da kente gidip gezmek eğlenmek istermiş. Yaz akşamları hava kararınca annesinin onun için özene bezene hazırladığı aşını yer, bol yıldızlı kubbenin altına serilmiş yatağına uzanır, ışıl ışıl parlayan yıldızları izleyerek düşlerine düş katarmış.
Bir gün ana oğul, köyün varsıllarından birinin verdiği karpuzu yerken Kavruk’un ısırdığı dilimden fırlayan bir çekirdek, avluda eşelenen çil horozun kanatlarının arasına düşmüş. Orada çillenen çekirdekten koskocaman bir karpuz yetişmiş. Kavruk, karpuzun büyümesini şaşkınlıkla izlemiş.
Günlerden bir gün tandırda ekmek pişiren Kavruk’un anası, evin sekisine serilip yatan oğluna seslenmiş: “Oğlum, şu karpuzu kes de ekmeğimize katık edelim.”
Kavruk ona “Olur ana.” diye yanıt vermiş. Kocaman karpuzun yanında yöresinde dolanmış. Bu kadar büyük bir karpuzu nasıl keseceğini düşünüp durmuş. Mutfağa yönelmiş, koca satırı kaptığı gibi yeniden karpuzun önüne gelmiş, tepesine tırmanmış ancak karpuz kaygan olduğu için oradan aşağıya yuvarlanmış. Avluda ötede duran birkaç basamaklı merdiveni görmüş, onu getirip karpuza dayamış, yeniden tepesine tırmanmış. Yorulunca durup biraz soluklanmış. Elindeki satırı karpuza vurmuş. Vurduğu yerde kocaman bir delik açılmış. Satır karpuzun içine düşmüş. Nereye düştü diye delikten içeriye eğildiğinde kendisini tepetaklak karpuzun içinde bulmuş. Düşmenin hızıyla kendinden geçmiş.
Kendine geldiğinde şaşırıp kalmış. Gözlerini birkaç kez açıp kapamış, önce kulağını ardından saçını çekmiş, dudaklarını ısırmış yanlış mı görüyorum diye. Karşısında dört kapılı güzel bir şehir… Alt yamacından akıyor upuzun bir nehir. Bir çevresine bakmış, bir de kendi durumuna. Yoksulluğundan öyle utanmış, öyle utanmış ki kafasını kaldırıp yanına yöresine bakamaz olmuş, olduğu yere çakılıp kalmış. Merakı içine düştüğü karpuz gibi büyüdükçe büyümüş, yerinde duramaz olmuş. Son bir gayretle en yakınındaki kapıyı açmak için “Ya Allah!” deyip ona yüklenmiş ancak gücü yetmemiş açmaya. Tılsımı bilmeden kapılar açılmazmış.
Deveyle karpuz taşıyan bir adam görmüş. Karpuzlar öyle iriymiş ki adam ancak ikiye keserek deveye yükleyebilmiş onları. Dünyanın hiçbir yerinde böyle karpuzlar yetişmezmiş. Deveci, Kavruk’un acınacak haline bakmış, “Hayr’ola, sen ne arıyorsun buralarda?” diye sormuş.
Kavruk “Heççç!” diye ellerini iki yana açmış, boynunu bükmüş.
Deveci onu uyarmış. “Dikkatli ol, burası köye benzemez.”
Tam o sırada ak sakallı bir adam yanına yaklaşmış, “İçeriye mi girmek istiyorsun evlat?” diye sormuş. Kavruk aceleyle “He!” demiş.
Yaşlı adam, elindeki bastonu kapıya doğru uzatınca kapı kendiliğinden gıcırdayarak açılmış. Kavruk’un şaşkınlığı daha da artmış. Yaşlı adam, “Evlat,” demiş “kendine gel. Uyanık ol ki başına bir iş gelmesin. Başın sıkışırsa ellerini birbirine vur, ben hemen gelirim.” Ardından da onu kapının eşiğinden içeriye itelemiş.
Kavruk, kendini kocaman bir çarşının içinde bulmuş. Bir yanda bakırcılar bakır dövüyormuş dengiyle, bir yanda sayacılar pabuç boyuyormuş rengiyle, bir yanda ise devlerle cüceler cenk ediyormuş topuyla, tüfeğiyle. Bunları gören Kavruk iyice şaşırmış, “Aman ne fena! Aman ne fena!” diye söylenmeye başlamış. Hem söyleniyor hem de korkusundan oradan uzaklaşmaya çalışıyormuş. O sırada gülüp söyleyen bir topluluğun içinden geçiyormuş. Bir adam Kavruk’un sözlerine fena halde kızmış, sırtına sertçe dokunmuş. “Evlat,” demiş “onu öyle demezler. ‘Aman ne iyi, aman ne iyi!’ derler.”
Bunun üzerine Kavruk başlamış “Aman ne iyi! Aman ne iyi!” demeye. Yine hem söyleniyor hem de oradan uzaklaşmaya çalışıyormuş. Karşısına kocaman bir kapı daha çıkmış. Zorlamış, zorlamış, kapıyı yine açamamış. Korkusundan geriye de dönememiş. Aklına ak saçlı adamın sözleri gelmiş, ellerini birbirine vurmaya başlamış. Kocaman kapı gıcırdayarak açılmış, arkasında da ak saçlı yaşlı adam duruyormuş. Kolundan tutarak onu içeriye çekmiş. “Bak evlat,” demiş “burada çok değişik şeyler göreceksin, sakın şaşırma! Zorda kaldığında beni çağır, hemen gelirim.” Sonra da bir anda ortadan kaybolmuş.
Kavruk, başlamış çevreyi dolaşmaya. Karşısına güzel giysilerin satıldığı bir sürü dükkan çıkmış. “Aman ne güzel! Aman ne güzel!” diye diye yoluna devam etmiş.
Yolu bir derenin kenarına çıkmış. Kan ve pislik akıyormuş dereden. Pis pis kokuyormuş. Halk, bu derenin adına “Haram Su” diyormuş. Kadınlar bu suyun başında durup dua ediyor, ellerini daldırıp avuçladıkları suları yüzlerine sürerek şifa bulacaklarına inanıyorlarmış. Kavruk, elleri yüzleri kara çarşafla kapalı kadınları şaşkınlıkla izlerken bir yandan da “Aman, ne güzel! Aman, ne güzel!” diye söylenmeyi sürdürüyormuş. Kadınlardan birisi ona “Alık alık ne bakıyorsun? Utanmadan, boyuna posuna bakmadan bize laf mı atıyorsun?” diye bağırmış.
Kavruk hâlâ söylenerek derede bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyormuş. Oradan geçen bir adam Kavruk’un bu sözlerine çok kızmış. “Hemen uzaklaş buradan yoksa başın fena halde belaya girer. Buranın neresi güzel? Her taraf pislik içinde. Buna dense dense ‘Aman ne pis kokuyor, aman ne pis kokuyor!’ denir.” demiş.
Kavruk, bu kez de başlamış “Aman, ne pis kokuyor! Aman ne pis kokuyor!” demeye. Burnunu tutarak oradan uzaklaşmış.
Yolu cennetten daha güzel bir bahçeye çıkmış. Orada renk renk çiçekler, çeşit çeşit ağaçlar, bunların aralarında dolaşan güzel kokular sürmüş birbirinden güzel kadınlar varmış. Kadınlar Kavruk’un sözlerini garipsemiş, ona şaşkınlıkla bakıp gülüşmüşler. İçlerinden birisi, sözlerine ve burnunu kapatmasına kızmış, “Çocuk,” demiş “onu öyle söylemezler. ‘Aman, ne güzel kokuyor! Aman, ne güzel kokuyor!” derler.
Kavruk bu kez de “Aman, ne güzel kokuyor! Aman, ne güzel kokuyor!” diyerek oradan uzaklaşmış. Derken karşısına yine kocaman bir kapı çıkmış. Bu kez ellerini birbirine vurduğunda kendisini karpuzun dışında bulmuş. Bir bakmış ekmekleri tandırdan yeni çıkaran annesi, onun uyanmasını bekliyormuş. Orada ne karpuz varmış ne şehir. Rüyası böylece sona ermiş.
Ne de olsa dünyası karpuzla sınırlı olanın rüyaları da karpuz üzerine olurmuş.
Ana oğul karınlarını doyururken Kavruk, ona rüyasını anlatmaya başlamış. Anası başını iki yana sallayıp oğlunu uyarmadan edememiş: “Sorgusuz sualsiz her şeyi kabul edenin işi rast gitmez.”
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.