22 Mayıs 2024
LEYLA OKYAR
“Her hayat, Mario Levi’nin gözünde bir tarihtir. Bu hikâyelerle aynı zamanda o zamanın tarihini de yazmış olur. Görüp öğrendikleri bir mirastır onun için, o mirası taşır. Anlatarak biraz da kendini özgürleştirdiğini belirtir.”
Gördüklerimiz Göremediklerimiz
İstanbul… Her köşesinde başka başka hikâyeler, sırlar, hayatlar taşıyan şehir…
Mario Levi, yedi kitaplık “Gördüklerimiz Göremediklerimiz” serisiyle bizi farklı bir İstanbul yolculuğuna çıkarır. Her kitabında haftanın bir gününü İstanbul’un ayrı bir semtini gezmeye ayırır, oradaki yaşamların öyküleriyle tanıştırır okurunu. Bu kitaplarda teğet geçen hayatlar, geleceğe dair kaygılar, kalmakla gitmek arasında bocalayışlar ve söylenemeyen gerçeklerle iç içe geçen hikâyeler… Bugüne ait hikâyeler…
Kitaplarda Mario Levi tarafından çekilmiş, anlattığı semtlere ait siyah beyaz fotoğraflar da çıkar karşımıza. Yazar, bu fotoğrafları zamanın tanıklığı olarak görmektedir.
Bu Salı ve Her Salı/ Şişli,
Serinin ikinci kitabı Bu Salı ve Her Salı/ Şişli, Mario Levi’nin önsöz niteliği taşıyan eğik harflerle yazılmış yazısında okuruyla söyleşmesiye başlar. Yazar; çocukluğunun geçtiği mahallelere bir yolculuk yapacağından, bunun nedenlerinden söz eder.
Daha sonra semt esnaflarının siyah beyaz fotoğrafları, koyu dik harflerle yazılmış yazar ve iç sesinin diyologları, ardından o mahallede yaşayan geçmişlerine tanıklık ettiği kişilerin hikayeleri yer alır. On kişi, on hikaye… Her hikaye bu anlatım sarmalıyla, tekniğiyle anlatılır yani bir fotoğraf, koyu ve dik harflerle yazılmış yazar ve iç sesinin diyalogları, bir kişinin hikâyesi… En sonunda da hepsinin hikâyelerinin geri kalanı anlatılır.
Kitabın yapısal özelliğinden söz ettikten sonra gelelim içeriğine.
“Hiçbir ülke, çocukluk ülkesi kadar derin değildir.” diyerek çarpıcı bir girişle başlar kitap. Bu giriş cümlesi dolu dolu bir anlatım yolculuğuna çıkılacağını gösterir bize. Ardından “İnsan kendinden pek çok şeyi çalıyor. Daha başka türlüsünü yapamadığı için hayatından çaldırıyor.” (…) “Bir de insan kendini kazanabilmek için birilerini kaybetmeyi göze almak zorundadır. Kırgınlıkları ile beraber yaşamayı öğreniyor, zamanla kırgınlıktan da vazgeçip sadece gülümsüyor.” cümleleri çeker okuru.
Eski mahallesine dönmekten söz eder, “Bu ne kadar keder ve ne kadar yaşama sevinci yüklü bir durumdur.” diyerek okurunu bir yolculuğa hazırlar.
“Ben gitmelere sahiden gitmelere inanmıyorum artık” sözleriyle insan çocukluğundan, ana dilinden, dünyanın öteki ucuna gitse de içinde inşa ettiği duygularından gidemez, der. İnsan nereye giderse gitsin bir şey onu hemen o ayrıldığı yere götürür. Bir ramazan pidesi, mangal kokusu, gül reçeli, kanalizasyon kokusu… Gitmek, sahiden gitmek hiçbir zaman mümkün değildir. Gitmek olmayınca da dönmek yoktur elbet.
Üzerinde uzun uzun konuşabileceğimiz, yazara hak vereceğimiz her bir cümlesiyle okurları, çocukluğu ve yeni yetme delikanlılık yıllarının geçtiği Kurtuluş, Feriköy ve Pangaltı’ya götürür. Çocukluk ülkesini anlatacaktır. Kendini bir yazar değil, sadece bir hikâyeci olarak görür. Yazar “Herkes kendi rüzgarına göre yol alır.” diyerek okuruna kendi acılarının kapılarını, cesaretinin sınırlarını açar.
Önceleri “Yaşanmayan anlatılmaz” diyen yazar, artık “İnsan hissettikleriyle de anlatabilir” der.
Şişli’nin karışık yollarına dalarak bazı kırgınlıkların ve yenilgilerin üzerine gitmeye çalışır. Bu, yaşadığı tarihî şehri daha da derinden hissetmek için deşmesi gerektiğini belirtir.
Farklı din ve kültürden insanların İstanbul Şişli’de nasıl yaşadığını, bu kültürel zenginliğin hayata nasıl yansıdığını anlatır. Kurtuluş’un 16. yüzyılda kurulduğunu, eski adının Tatavla olduğunu, tatavla adının at ahırı demek olduğunu, Paskalya yortusunu, Baklahorani panayırını, mandolin orkestrasını, Elmadağ’daki radyoevini…
Şehirde Batı’nın yaşanmasının nasıl mümkün olduğunu anlatır. O dönem kuşağının hep bir kaçış içinde olduğunu dile getirir. Ergenlik yıllarında ilgi duyduğu binalardan (Hilton Oteli, Notre Dame de Sion, Dolmabahçe Stadı, Medrano Sirki, Şehirdeki Açıkhava Tiyatrosu, Bomonti Bira Bahçesi, Spiro Çay Bahçesi) söz eder. Çocukluğunun sokağı Sıracevizler… Tüm bu yerler, ileride ona birçok hikayenin kapısını açacaktır.
İstanbul’un geçmişinde yatan pek çok bilinmeyene ışık tutar. Örneğin Onat Kutlar öncülüğünde kurulan Sinematek’in birçok gösteriminin Kervan Sineması’nda yapıldığını artık pek bilen yoktur. Lüks Hayat operetini hatırlatırcasına sokak adları Zeki Müren, Adalet Cimcoz, Çolpan İlhan ve Sadri Alışık’tır. Ümit Tiyatrosu, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu, Nisa Serezli-Tolga Aşkıner Tiyatrosu da artık yoktur. Harbiye’deki Kenter Tiyatrosu’yla Dostlar Tiyatrosu’nun bugün havasının bütünüyle değiştiği… Sözü edilen tiyatrolarda hangi oyunların oynandığı …
Sokaklarda ilerledikçe çeşitli sinemalar, caddeler, pastaneler ve kitabevlerinden o dönemki adlarıyla anılarda yer etmiş çeşitli mekanlardan söz eder.
Birçok insana, zenginlere mahsus gibi görünebilecek bu hayatlar, daha çok orta halli insanların hayatlarıdır. Mütevazılığı da bilen insanların hayatları… Kendilerini tek bir dünya görüşüne hapsetmemişlerin, tasasız bir gençliği yaşayamayan, hayatı ciddiye alan, bu yüzden de birçok kaygıyla ülkelerini daha da güzelleştirmeye çalışanların hayatları… Başarı için şimdinin birçok başarı budalası gibi ellerini kirletmemişlerin hayatları… Kirli eller o günlerde de vardı elbet. Başarı budalaları, o boş kibre kapılanlar, kaba güç düşkünleri böyle bir güce özenen aptallar, güzelliği gereğinden fazla yüceltenler, bu sebeple çirkinliklerin acısını çekenler de vardır. “Hep anlatmaya çalıştığım o saflık da vardı ama şiddetin bile sıradanlaştığı bir dünyaya mı geldik?” sorgulamalarıyla hikâye yolculuğuna çıkarız.
İşte belleğinde yer eden şehrin bu sokaklarına bir salı günü (Herhangi bir nedeni yok salı olmasının.) girip o sokaklarda yaşayan insanların hikâyesini anlatır. On hikayedir. On kişinin hayatlarını keşfeder.
Yaşadığınız mahallelerle nasıl ilişki kurarsınız? Aidiyet nedir? Özgürlük ne demek? Aidiyet özgürlüğe engel mi? Ya değerlerimiz? Bu türden sorularla hikâye kişilerine yönelir. “Tarihlerin kaybolmasına izin veremezdim” der. Her hayat, onun gözünde bir tarihtir. Bu hikâyeleri yazarak aynı zamanda o zamanın tarihini de yazmış olur. Görüp öğrendikleri bir mirastır onun için, o mirası taşır. Anlatarak biraz da kendini özgürleştirdiğini belirtir.
Çocukluğunun mahallesindeki insanların hikâyelerini; Jilet Suphi’nin, bitkiler toplayan Uzun Ziya’nın, iki kültür (Türk ve Alman) sıkışıp kalmış Seher’in, marangoz Kadir Usta’nın, eşleri tarafından aldatılan Nevzat ile Nazlı’nın, banka müfettişiliğinden emekli Ferhan’ın, otopark bekçisi Halil abinin, zengin bir ailenin iyi eğitim almış kızı Neriman’ın, şair olduğunu söyleyen Selçuk’un, Esra hemşirenin gerçek hikayelerini anlatır.
Hikâyelerin ardından anlattığı kişilerin sonrasında neler yaşadığını eğik yazıyla dile getirir. Psikolojik çözümlemeler yapar. Neyi, neden yaptıklarını sorgular. Sürekli sorular sorar.
“Bazı karanlıklardan tamamıyla sıyrılmak mümkün müydü?”
“Hayatlar hep böyle başkalarından habersiz mi akıyordu?
“Büyük şehirler bizden neleri alıyor? Yaşadıklarımızın ne kadar farkındayız? Ya yaşayamadıklarımızın? Atamadığımız adımlarla kaçırdıklarımızın?
“İtibar görmeye her zaman ihtiyaç duyar mıydı insan?”
“Bizi bir yapan hatalarımız da değil miydi aynı zamanda?
Okur, yanıtlar üzerine kafa yorarken Mario Levi aradan çekiliverir.
.
Leyla Okyar’ın Diğer Yazıları
Yeter Tenimi Acıtmayın (Tematik Değerlendirme)
İstila (Öykü İncelemesi)
Füruzan’ın İlk Kitabı: 47’liler
.