Bosna Deneyimi ve Eleştirel Düşünme

25 Eylül 2023
ALİ TÜRKEL

“Ne zaman ki bizden olanı sorgulamaya, tereddütsüzce sorgulamaya başlarsak o zaman düşünmekten, özgür düşünceden de söz etmeye başlayabiliriz.”

Çoğu okumuş insanın bildiği bir sözdür Cemil Meriç’in sözü: “İzm’ler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir!” Peki, bunun üstünde durup düşünmüş müdür okumuş insanlar? Ey sevgili okur gel bu soruların peşi sıra birlikte bir yolculuğa çıkalım. 

Uzun yıllar önceydi. Bosna Hersek’te Saray-Bosna Üniversitesi Pedagoji Fakültesi Doğu Dilleri  Bölümünde Türkçe anadili okutmanı olarak çalışıyordum. İlginç bir deneyimdi benim için. Hem derslerde öğrencilerle, ders dışında diğer öğretim elemanlarıyla etkileşimlerimde, hem okul dışı toplumsal yaşam alanlarında farklı kültürel yapılarla, farklı bakış açılarıyla, farklı geleneklerle karşılaştım. Yeri geldi onlardan bal almaya çalışan bir arı gibi çabaladım, yeri geldi ilk anda tepkisel davranarak karşı çıktım farklı olana. 

Bu farklı deneyimlerden birini ders içinde bir öğrencimle yaşadım. Öğrenci; ben ders anlatıp onlara sorular sorarken bir yandan derse katılıyor, sorularımı yanıtlıyor, öte yandan ağzında belli belirsiz sakız çiğniyordu. Türkiye’de olsam büyük olasılıkla düşünmeden saygısızlık olarak değerlendirir, kızar, hatta belki onu dersten bile atardım. Bambaşka bir ülkede olunca insana bir anlayış geliyor; anlama isteği mi dersiniz, belirsizliğin verdiği tedirginlik mi bilmem! Sordum “Diğer derslerde de sakız çiğner misiniz?” diye. Ağzında sakız olan öğrenci oldukça saygılı bir tavırla ve Türkçeye dilinin döndüğü kadarıyla “Diğer derslerde de sakız çiğneyebilirim, bu sorun olmaz hocam!” dedi ve ekledi “Siz rahatsız olduysanız sakızı çıkarabilirim.” Dedim ya bana bir anlayış gelmişti, “Gerek yok, anlamak için sormuştum.” dedim. Ders çıkışında ve sonrasında bu sakız çiğneme olayının gerçekten saygısızlık olup olmadığını düşünmeye koyuldum. Yıllarca da Türkiye’deki öğrencilerime bu olayı geleneksel düşünmeye sorgulayıcı bakmayı örneklendirmek amacıyla anlattım. Türkiye’deki öğretmen adayı öğrencilerime önce öğretmen olduklarında sınıflarında bir öğrencileri sakız çiğnese ne yaparlar diye soruyor, tepkilerini aldıktan sonra yaşadıklarımı ve bendeki etkisini paylaşıyordum. Onlardan aldığım yanıtlar, doğal olarak, bu olaya kızgınlık gösterecekleri, olayı terbiyesizlik olarak yorumlayacakları biçimindeydi. Kim bilir içlerinde öğrenci olarak böyle bir olay yaşamış olanları var mıydı? 

Neydi saygısızlık? Ölçütü var mıydı? Mutlak mıydı? Bu sorulara ilişkin vardığım sonuçlar bir yana, bugün dönüp baktığımda en önemli çıkarımım nedir diye sorarım kendime. Nadir Nadi’nin 1940’larda yazdığı o küçük fıkracık gelir aklıma: “Kendi Kafasıyla Düşünmek”. Takma göze, iğreti kola benzetir Nadir Nadi kendi kafasıyla düşünmemeyi ve bu türden organ eksikliklerine acımayla bakmamıza karşın düşünme eksikliğinin farkında olmayışımıza dikkat çeker. Çünkü Nadi’ye göre kendi aklıyla düşünmemek de kendi koluyla tutamamak gibi bir eksikliktir. Hatta bana sorarsanız daha fazlası… 

Kendi kafasıyla düşünür mü insan yavrusu? Bu soruya kuşkusuzca “Bir beynimiz var ve tabii ki onunla düşünüyoruz!” dediğinizi duyar gibiyim. Bizim düşüncemiz diye sahip çıktığımız, onca savunduğumuz, hatta belki ölümü göze aldığımız düşünce nasıl olur da bizim kendi düşüncemiz olmaz? Bu düşünceler gerçekten bizim üzerinde durup düşündüğümüz, önünü arkasını yokladığımız, eksiğini gediğini sorguladığımız düşünceler midir gerçekten? Yoksa çoğun ezberlediğimiz düşünceleri kendimiz düşünmüşçesine yineler miyiz acep? Ve bu düşünceleri tutkuyla savunur muyuz kendi düşüncemizmişçesine?!!!

Nurullah Ataç’ın “Düşünmek” adlı denemesinde dediği gibi insan yavrusu düşünen bir varlıksa düşünüp düşünmediğini sorgulamaya gerek var mıdır? Bu yargıyı dile getiren Ataç da sonrasında bu yargıya karşın insan yavrusunun düşünmekten korktuğunu belirtir. Çünkü düşünmek yorucu, şaşırtıcı, kuşkuya düşürücü etkiye sahiptir. Bu nedenle insan yavrusu çoğun kaçar düşünmekten ve kendini düşünürmüş gibi göstermek ister Ataç’a göre de. Geleneğe, geleneksel olana bağlanmanın nedeni de budur. Alışılmış, bildik olanın dayanılmaz hafifliği… Yeni, bilinmezdir. Sonunda ne çıkacağı ürkütür. Tehlikeli yollara sürükleyebilir. İnsan yavrusunun güvenlik kaygısını depreştirir. Güvenli liman arayışı yalnızca denizcilere özgü değildir nitekim.

Yukarıdaki sorular düşünmeye ilişkin yeni soruları beraberinde getirir kuşkusuz. Bu yeni sorularla düşünme kavramının çevresinde dolanırız ancak kesin ve net yanıtlar bekleyenlere çare olabilir miyiz, emin değilim. Örneğin “Öyleyse nedir düşünmek ya da ne değildir?” sorusu gelir aklıma. Salah Birsel de Doğru Düşünce İplikleri‘nde düşünmenin ne olup olmadığı sorusuna yanıt arama serüvenine çıkar. Bolca yakınır insanların düşünmemelerinden. Bu yakınmalar sırasında bir sorunun nedenine inmememizden, bir işe kalkışmadan enini boyunu arşına vurmamamızdan, herhangi bir düşünce belirtisi göstermememizden dertlenir. Öyleyse Salah Birsel’e göre düşünmenin belirtileri bir sorunun nedenine inmektir, bir işi enini boyunu arşına vurmaktır, düşünce belirtisi göstermektir diyebiliriz. Bu kez de burada öne çıkan kavramlarla ne denmek istediğini açmaya gereksinim duyulacaktır. Bir konunun önünü arkasını düşünmek, nedenine inmek de eninde sonunda Nadir Nadi’nin sözünü ettiği kendi kafasıyla düşünmek sorununa gelir. 

Her düşünceyle bir biçimde karşılaşır, bir gerekçeyle o düşünceyi kabul eder ya da o düşünceye karşı çıkarız. Lakin o düşüncenin bizim, ama gerçekten bizim, düşüncemiz olup olmadığı meselesi belki de meselenin püf noktasıdır. En yukarıda sözünü ettiğim öğrencinin derste sakız çiğnemesine karşı olmak düşüncesinin benim yıllarca farkında olmadan içselleştirdiğim ama gerçekte bana ait olmayan, olmaması gereken bir düşünce olduğunu kırklı yaşlarımda da olsa fark etmem belki de benim bir şansımdı. Zira çoğun fark etmeyiz bir düşüncenin bizim gerçekten savunacağımız bir düşünce olup olmadığını. Çünkü kendi düşüncemize, ideolojimize, inancımıza eleştirel bakmayız. Bir düşünce A kişisi tarafından dile getirilmişse mutlak doğrudur çoğumuz için. B kişisi söylemişse tersine yanlıştır o düşünce ve mutlak karşısında olmak gerektir. Bu A ya da B kişisi desteklediğimiz partinin ya da karşısındakinin, inandığımız inancın ya da ötekinin, tuttuğumuz takımın ya da rakiplerin temsilcisi olabilir. Ne zaman ki bizden olanı sorgulamaya, tereddütsüzce sorgulamaya başlarsak o zaman düşünmekten, özgür düşünceden de söz etmeye başlayabiliriz. Gerçekten bizim düşünmediğimiz yerde ve zamanda ise düşünmek ya da düşünce, –miş gibi yapmak boyutunda kalır. –miş gibi yapmaksa hiçbir soruna çare bulmaz, bulamaz. Yalnızca kendimizi kandırırız.

Kim öğretecek peki bu düşünmeyi, kendi kafasıyla düşünmeyi? Bu soruya yanıt verirken bütün sorumluluğu eğitime yıkmak, öğretmenlerden beklemek her şeyi, kendini kandırmaktan öteye geçmez. Gelenekle, inançla, aileyle, akrabayla, eş-dostla, komşu bakkalla, pazarcı amcayla, mahalledeki arkadaşla velhasılı yaşamın her alanında olduğu gibi her şeyin birbiriyle bağıyla ilişkiye gelir dayanır bu konu da. Hem kendisi düşünmeyi bilmeyen, kendisine öğretilmemiş olan öğretmen nasıl olacak da öğrencisine kendisinde olmayanı kazandıracak? Mesele dönüp dolaşıp toplu ve toplumsal bir dönüşüme dayanmaktadır. Bu düşünmeyi yaşamın her alanında yaygınlaştırmaya çalışmak gerekecektir. Bunun nasıl olacağını da politikacılar, akademisyenler, eğitimciler, düşünürler hep birlikte araştırıp bulmaya çalışacaklar ki etkili olsun. 

Herkesin kendi kafasıyla düşündüğü toplumu ve toplumları yaratabilmek dileğiyle…