Bir Varmış Bir Yokmuş PORTRELER

SAHAFLARDA KALANLAR
23 Eylül 2023

Yusuf Ziya Ortaç, Bir Varmış Bir Yokmuş PORTRELER,  Akbaba Yayınevi, 2. Baskı 1963, İstanbul 

Ben kendi küçük hayatımın bazı hatıralarını zaman zaman dostlarıma anlatırım. İlgi ile dinlerler. Bu ilgi bana onları yazmak isteğini verdi.”

Akbaba Yayınevi “Kitabın Haysiyeti” adı altında  yer verdiği duyurusunda “Kitap, en saygı değer insan yapısıdır. Onun her satırında göz nuru vardır, alın teri vardır, gönül duygusu ve kafa düşüncesi vardır. Bizim kitap hakkındaki inancımız budur.” diyerek yayın hayatına başlar.

Akbaba Yayınevi tarafından 1. baskısı 1960 (6.000 adet), 2. baskısı ise 1963 yılında (7.000 adet) yapılan Bir Varmış Bir Yokmuş PORTRELER’in ortaya çıkma öyküsünü yazarı Yusuf Ziya Ortaç, kitabın girişinde şöyle dile getiriyor: “Ben kendi küçük hayatımın bazı hatıralarını zaman zaman dostlarıma anlatırım. İlgi ile dinlerler. Bu ilgi bana onları yazmak isteğini verdi. Önce her hafta (siyasi mizah dergisi) Akbaba’ya yazdım. Okuyucularımdan gördüğüm sevgiyi, kelimelerim ödeyemez. Şimdi o cömert, o âlicenap iltifatları biraz olsun ödeyebilmek için yazdıklarımı okurken uyanan hatıralarımı da katarak bir araya topluyorum.” (s. 3)

Yirmi altı yazarın portrelerine yer verilen kitaptan anekdotlarla o dönemin edebiyat dünyasına bir pencere arayalım. 

Tevfik Fikret
Korkusuzdu: “Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin.” diyecek kadar korkusuzdu. Bu doğruluk, bu korkusuzluk onu inatçı, huysuz, hoyrat bile yapıyordu. En yakın dostu Hüseyin Cahit, Vefa İdadisi (Lisesi) müdür muavini ve Türkçe hocası olunca günün resmi geleneğine uyarak tahlif edilmişti (yemin etmişti):
— Vatanıma, milletime, padişahıma sadakatle hizmet edeceğim, diye…

Tevfik Fikret, ertesi gün bunu gazetede okuyunca çıldırdı. Sahiden çıldırdı. Postaya verdiği açık bir kartta Cahit’e “Abdülhamit’e sadakat yemini ettiği için” ağız doludu sövecek kadar! (s. 16)

Cenap Şahabettin
Kurtuluş Savaşı’na karşıdır: İnanmadı.
Ama onu hiç kimse suçlandıramaz. Atatürk, bir gün Falih Rıfkı Atay’a söylemiş:
— Oğlum, inanmayanları ayıplamayın sakın. Sahiden inanan kaç kişi vardı ki? Gün oldu, ben bile içimden sarsıldım! (s.25)

Halit Ziya Uşaklıgil
Onu evinde tanıyınca anladım ki Uşaklıgil, eserleri kadar yaşayışı ile de Avrupalı’dır.

Vesika ekmeği yani mısır koçanı yani süpürge tohumu yani Kâğıthane çamuru yediğimiz o perişan günlerde Halit Ziya Bey, Yeşilköy’deki  villasında her hafta, cuma günleri edebiyat toplantıları yapmaya başlamıştı.  (…) Üstâdı başında lacivert bir bere, sırtında kaşmir bir ceket, elinde makas bahçesinde bulurduk bir dal, bir gül keserken… Telâşsız, yumuşak adımlarla gelir, pek ölçülü bir nezaketle misafirlerini karşılardı. Birinci katta penceresine yapraklar değen büyük bir odada toplanırdık. Hayal ötesi bir çay masası kurulurdu. Fakir mahallelerin sulh (barış) günlerinde bile tatmadığı,  zengin konakların artık unutmaya başladığı dünya nimetlerine kavuşurduk burada: çay, süt, sütlü kahve, kakao… Sonra peynirlerin her çeşidi… Reçeller, reçeller, reçeller… Çilek, muz, menekşe kokulu fondanlar (bir tür şekerleme)… pastalar, şokolalı, kremli, meyvalı pastalar…Bisküviler, kuruvasanlar, briyoşlar (bir tür Franszı ekmeği), küçük ılık börekler… Yerdik, bütün açgözlülüğümüzle, hayır, hayır, bütün açlığımızla yerdik. (…)  Ziyafet, akşam garipliği daha doğrusu ayrılık garipliği çökerken bir piyano konseriyle sona ererdi. Salonun bir köşesindeki siyah kuyruklu piyanoda bize tanrıların sesini dinleten üstâdın büyük oğlu Vedat’tı.  (s. 33)

Abdullah Cevdet
(Doktor Abdullah Cevdet, İçtihat adlı bir derginin sahibidir.) Tanışmamızın üstünden birkaç yıl geçmişti. Ben artık eski ben değildim. Yazılarım para ediyordu. Türk Yurdu’nda her şiirime bir sarı altın alıyordum. Bir gün gençlik ürkekliğimi yendim:
— Cevdet Bey, dedim, iki üç senedir sizden hiçbir şey istemedim. Ama biliyorsunuz, yaşamak güçleşti. Yazılarım için uygun göreceğiniz bir karşılık rica ediyorum.

Bir insanın yüzünün bir anda bu kadar karardığını görmemiştim hiç. Nabzı durdu, nefesi durdu galiba. Sonra her zamanki tatlı, yumuşak sese benzemeyen bir iniltiyle cümle olmayan kelimeler  hıçkırdı:
— Vallahi… bilmezsiniz… Ne yapsak ki… Sizi severim… Kırmak da istemem… Durun bakayım!

Durdum. O salondan çıktı, bekledim, bekledim, bekledim. Sonra geldi, elini ceketimin dış cebine soktu, boşluğa dökülen bir para şıngırtısı duydum.

— İçtihad’ın bütün mevcudunu takdim ediyorum, dedi, artık…
Devam edemedi. Ağlayacak diye korktum ve teşekkürle ayrıldım. 

Merdivenleri inerken hayalimde hesap ediyordum. En az yüz şiirim çıktı şimdiye kadar. Türk Yurdu’nun ölçüsüyle birer lira verse tam yüz lira eder. Yarımşar lira verse elli lira eder. Bunun da yarısını verse yirmi beş lira… Yirmi beş altın! O günlerde Beyoğlu’nun eşsiz terzisi Boder, en güzel İngiliz kumaşından bir kat elbiseyi yedi liraya dikerdi. İstanbul’un en güzel lokantalarında kendinize iki liraya bir ay ziyafet çekebilirdiniz.

Cağaloğlu’ndaki İçtihad Evi’nden biraz uzaklaşınca elimi cebime soktum, avucum  doldu. Bu avuç dolusu paranın hepsi yirmi üç kuruştu. (s. 81)

Ahmet Haşim
Bir sabah matbaasının altındaki eski vükelâ (vekiller) berberi Anastas’ta saçlarını kestirirken Yakup Kadri ile cümbüşlü bir konuşma yapıyorlarmış. Bir ara berber hayretle durarak 
—Beyefendi, demiş, söylediğiniz bütün sözleri anlıyorum ama ne söylediğinizi anlayamıyorum!

Haşim sevinçle
— Yakup, demiş, bizi en iyi anlayan adam bu! (s. 98)

Ömer Seyfettin
Bir gün o yılların en güzel, en sürümlü gazetesi Vakit’te Ömeri’in bir hikayesi çıktı. Hoştu, sürprizliydi. Yalnız kısa kısa konuşmalar can sıkacak kadar uzatılmıştı. Okurken gözlerini yüzümüzden ayırmayan Ömer,
—Ne yapayım cancağızım, dedi, Hakkı Tarık hikâye başına değil, satır başıan para veriyor.

Bu denemeden sonra yokuşumuzun en tatlı, en dost insanlarından bir olan Hakkı Tarık, Ömer’in hikâyelerini satır hesabıyla satın almaktan vazgeçti. (s. 124-125)

Yahya Kemal
İsterse dünyanın en sevimli insanı olurdu.  Ama bunu istemesi için sizden istemeyeceği şey yoktu. En azı kendisine tapmanızdı! Eğer onun bu yaman bencilliğini sezer ve biraz izzeti nefis tepkisi gösterirseni dost olmanıza imkân kalmazdı artık.

Yahya Kemal’i memnun etmek mi? Bu, yalnız kendisini beğenmekle olmazdı. Başkalarını da beğenmeyecektiniz. Hem de şöyle böyle başkalarını değil, Ahmet Haşim’i bile. Mehmet Âkif’i bile. Tevfik Fikret’i bile. Abdülhak Hâmit’i bile.

Mizah edebiyatımızın en ince şairi, efendi insan Halil Nihat Boztepe ile darılmışlardı. Niçin mi? Bir Ankara yolculuğunda edebiyatımızdan konuşurken Boztepe:
— Ne büyür şairdir Fikret! dediği için. (s. 138)

Ercüment Ekrem
Bir akşam onu Laleli’deki  apartmanında düşünceli görmüştüm. Ben odaya girince sevindi. Adımın ilk hecesini çekerek:
—Sorma başıma geleni Yusuf, dedi. (…) Ahmet Cevdet telefon etti demin. (…) İkdam için bir romanın var mı diye sordu. (…) Ben de var, dedim. (…)  Ama yok! Birazdan ilan etmeleri için adını söyleyeceğim. Ne yapsam, ne desem, bilmem.

—Kolay, dedim, bir isim buluruz.

Biraz düşündük, biraz konuştuk, biraz şakalaştık, bir isim bulduk: Kundakçı. Bu müthiş bir çapkının romanı olacaktı. En zarif sosyete hanımından en körpe mahalle kızına kadar her kalbe kundak sokan bir çapkının romanı. Belle Amie gibi bir şey! Bunu bulunca hemen telefona yapıştı. Yüzü görülecek kadar gülünç bir ciddiyet takınmıştı.
— Romanı yarından itibaren ilana başlayabilirsiniz. İsmi Kundakçı! Ercüment Ekrem’in gazetemiz için titiz bir itina ile yıllarca çalışarak hazırladığı büyük aşk, ihtiras, macera romanı dersiniz. İlanlar bir hafta kadar sürsün. Fotoğrafımı da gönderirim. Efendim? Müsvetteler mi? Hepsi hazır, hepsi. Yalnız bir gözden geçireyim. Ufak tefek rötuşlar yaparım belki!

Size şaşılacak bir şey söyleyeyim mi? Üç aydan fazla süren bu roman İkdam gazetesinin satışını artırmıştı. (s. 148-149)

Mahmut Yesari
Bir kere Mahmut’a darıldım. Bu, bir iş dargınlığıydı. Akbaba’da başladığı bir romanı yarıda bırakmış, kayboluvermişti. Neredeydi? Nerede oturuyordu, bilmiyordum. Bütün dostlarına sorduk, bütün meyhaneleri tarattık, yok. Çaresiz iki sayı konusunu bilmediğim romana ben devam ettim. Derken çıkageldi. Âşık olmuş! (…) Sonra?  Evlendiler ve ayrıldılar. (…)

Yeni bir romana başlayacağı zaman
—Mahmut, derdim, önce mevzuu (konuyu) anlat. Bir gün kaybolursan zorluk çekmeyeyim!(…)

Şehir Tiyatrosu’nda ömrü boyunca figüran çıkan bir dostu vardı. (…) O yıllarda Milli Emniyet Müdürü olan rahmetli Aziz Hüdai’ye rica etmiş, ona galiba ayda otuz liralık bir maaş bağlatmıştı.
Bir gün Mahmut’a rastlayan Emniyet Müdürü
— Ayol, demiş, senin aleyhindeki raporlar neredeyse tavana değecek. Sen Meserret kıraathanesinde tavla oynarken fena zar atınca ağzını bozuyor, büyüklere küfrediyormuşsun. Çayı, kahveyi beğenmezsen yine öyle!

Alt tarafını Yesari şöyle anlatırdı:
— Meğer bizimki ayda otuz lirayı hakketmek için her gün beni jurnal edermiş! (…) Ne yapsın fakir? Benden başka tanıdığı yok ki! (s. 178-180)