Berivan’ın Dilindeki Kelepçe

Kasım 2023
HATİCE EROĞLU AKDOĞAN

İlk kitap çıkmadan önce bir kitabın yazarı olma düşünü kurmuş olabilirim. Ne zaman, nerede olacağına dair bir fikrim de olmayabilir. Bildiğim şey yazacak çok şeyim olduğuydu.

Dolambaçlı, Zor Bir Adım Olarak İlk Kitabım     
Hayata veda edip aramızda bulunmayan bazı yazarların ilk kitabına dair yazarak ya da kapak görselini paylaşarak hatırlatma noktasındaki ilgimin, Bizim Çağ Edebiyat’ın bu konudaki çağrısıyla kendi ilk kitabıma da döneceğini hiç düşünmemiştim. Elbet önemli böyle bir konunun hikayesindeki olay ve kişilerin gerçek bilgisini örgeye dahil etmek.

İlk kitap serüveni, kendimizin ya da bir başkasının olsun çok heyecan verici bir süreç. Benim için neyi yazıp yazmama konusunda değil de yazarlığımın kabul görüp görmemesine, neyi, nasıl daha iyi yazmam gerektiğine dair önemli bir yüzleşme noktası olmasının yanında,  ilk kitabın öncesi ve sonrasını net ayırt etmek açısından adeta bir kilometre taşıdır.

Gazetecilik yaptığım yıllarda (1990-1996) çokça haber, röportaj peşinde koşar ve yazardım. Yazardım ama haberciliğin 5N1K kuralı kimi olaylara karşı duyumsadıklarımı istediğim kıvamda ifade etmeme engeldi. O yüzden almış olduğum çeşitli notlar üzerinde bazen kısa metinler oluşturuyordum. İlk öykü denemelerine üniversitedeyken başlamıştım. Gazeteden ayrıldıktan sonra yazmadan yapamayacağım bir alanda iş ararken kendimi yine habercilik yapmayı gerektiren Mavi Radyo’da çalışır buldum. Haber yazmaktan çok radyoda okunacak haberleri farklı gazete ve ajanslardan seçmeye dayalı bu iş beni tatmin etmese de bir süre devam etmeyi göze aldım. 

Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi’nin yayınları arasında “Kadınlar Aleminden Roza’ya” adında bir yapıtı vardır. Kitap Latin harflerini kullanmaya başladığımız 1928’den itibaren kadın konulu dergilere dair önemli bir çalışmadır. Elbet ne alaka? İlk kitabımın, yukarıdaki kitapta adı geçen “Roza” ile nasıl bir ilişkisi olduğu ilerleyen satırlarda anlaşılacaktır. 

Mavi Radyo’nun merkezi Beyoğlu’ndaydı ve buraya gelip gidenlerden biri, feminist harekette rol sahibi olup “Roza” (Roza Cinsiyetçiliğe ve Irkçılığa Karşı Kürt Kadın Dergisi) dergisini yayınlama hazırlığı içindeki Fatma Kayhan’dı. Fatma Kayhan dergi hazırlık çalışmalarında radyoda haber servisi sorumluluğunu yürüten arkadaşımız Hacer Yıldırım (Foggo) ile diyalog halindeydi ve o süreçte birbirimizi tanımış olduk. F. Kayhan, Roza’da yayımlanması için benden anı, öykü, deneme dahil yazabileceğim her türden ürün talebinde bulundu. Derginin yayın ilkelerinden en önemlisi, hangi siyasi görüşte olursa olsun kadınların yazması, kendini ifade etmesiydi. Bu açıdan benim için sorun yoktu ama yine de kesin söz vermedim.  Beğenir mi beğenmez mi endişesi taşısam da öykü ve deneme karalamalarımı ele alarak çalışmaya başlamıştım bile.

Roza’ya gönderdiğim ve yayımlanan ilk yazım, öykü türündeki “Berivan’ın Dilindeki Kelepçe” oldu.  Yıl 1997, Mart-Nisan, sayı 7. Öykü için bir de çıkmış “Beğendiniz mi?” diye sormuştum. Aslında merak ettiğim şey daha çok benim için öğretici, yol gösterici olacağını düşündüğüm eleştirilerdi. Yazıların bilgisayarda dizgi ve mizanpajını yapan arkadaş  “Beğendim, Roza’ya gelen yazıların en iyilerindendi” demekle yetindi. Neyse, yüreklendiğim gibi kanatlandım da.

O halde öykü yazmak ve yazarken de kendimi geliştirmekte bir sakınca yoktu. Mavi Radyo’dan ayrılmış, yine Beyoğlu’nda bir başka işe girmiştim. Ayrıca benim yazmak için illâki kalem işçiliğine dayalı bir işte çalışmamın şart olmadığına da kendimi inandırdım. Yazı eylemim tüm özellikleriyle çalıştığım işten bağımsız olmalı ve istiyorsam ürünümü Roza’ya olduğu gibi başka gazete veya dergilere kendim göndermeliydim.

Çalıştığım işe paralel olarak çevremde, sokakta, otobüste not almayı, bunlardan yararlanarak içerik ve biçim oluşturmayı sürdürüyordum. İş yerinde ziyaretime Limon dergisinin (şimdiki adıyla Leman mizah dergisi) kültür merkezinde çalışmış olan lise ve üniversiteden arkadaşım Kibriye Coşkun gelip giderdi.  Jeoloji mühendisi olarak iş bulamadığı için Roza’nın bürosunda dizgi ve mizanpaj işlerini öğrenmekle meşguldü. Edebiyat üzerine sohbetlerimizde “Yazdıklarını kitaplaştırmalısın” deyip duruyordu. “Koşullar olgunlaşmadan ya da talep oluşmadan, nasıl öyle kitap olur ki?” düşüncesindeydim. O da bana Limon Kültür Merkezi’nde çalışan ve şiire gönül vermiş bir gencin, arkadaşlarının teşvikiyle ilk kitabını çıkardığını ve ondan sonra çalışmalarına şevkle ve daha mutlu şekilde devam ettiğinden bahsetti. 

Arkadaşımın anlattıkları üzerine düşünmeye başladım.  Eğer bugün erkense, sonraki zaman neye göre, nasıl normal sayılacaktı? Herhangi bir yayınevi mi dergilerdeki yazılarımla beni keşfedecek yoksa ben mi yayınevlerine teklif götürecektim? Roza’da her sayıda kadınlar üzerine farklı türde yazılarım çıkıyordu. Elimdeki yayınlanmış ve yayınlanmamış öykülerime baktım. Asgari bir öykü kitabı oylumuna da yaklaşmıştı. 

Karı-koca kütüphaneci olan iki arkadaşımın bağımsız bir kütüphanecilik işletmesi vardı. Benim de zaman zaman yeni ya da ilgi çekici kitaplarla ilgili yazılar yazdığım “Kitap Dergisi” adlı bir süreli yayın çıkarıyorlardı. Kendi yayımladıkları kitapları ise  “Ulusal Yayınlar” etiketiyle basıyorlardı. Bir kitap yayını ile ilgili olarak teknik süreç nasıl işliyor diye kendilerine başvurmuştum.  Birden karar vermek istemediğim için kendi kitap düşüncemden bahsetmedim ama sanki anlamışlardı.  Meral ve Mustafa Karaca “Eğer kitap çıkarmak istersen kendin özel olarak hiç uğraşma, yayın sürecini biz kolayca yönetiriz” demişti.  Tanıtım için dergilerine gelen yeni basılmış her üç adet kitap, onların esas sermayesini oluşturuyordu. Tüm bu kitaplar Türkiye’nin birçok ilinde eski yeni kitapçı ve kırtasiyelere gönderiliyordu. Yani dağıtım sorunu da yoktu. Kafama yatmıştı. Bu fırsatı değerlendirmeliydim.

İlk kitap heyecanı böylece her günümü, her saatimi sardı. Hazır öykülerimi yeniden elden geçirip ardından daktilo ederken henüz iyiden iyiye işlenmemiş öyküler üzerindeki çalışmamı hızlandırıyordum. Sevgili eşim Tilamiz Akdoğan ise benden de heyecanlıydı. Bir yandan evde rahat çalışmam için yemek pişirmek dahil her işi yapıyor, çocukla ilgileniyor ve yazdıklarımı okuyarak önerilerde bulunuyordu. Hali hazırda on öykü vardı. Önce elle temize çekip sonra daktiloda yazdığım öyküleri bir dosya halinde gazeteden editör arkadaşım Serra Tüzün’e redaksiyon için götürdüm. Serra, gerekli yazı denetimini yaptıktan sonra formaya denk gelmesi için dört-beş sayfalık bir öykünün daha olması gerektiğini söyleyince öykülerimin genel içeriğine uygun “Delil Arandı” başlıklı öykümü sonradan kurgulayıp yazmış oldum. 

Kitabın dışa dönük en önemli yanı kuşkusuz ki kapağıydı. Tamam, kitabın adı yayımlanan ilk öyküm; kitabın da ikinci sıradaki öyküsü  “Berivan’ın Dilindeki Kelepçe”ydi. Kapak görseli buna uygun olmalıydı. Kendisi günümüzde iyi bir karikatürist ve çizer olan gazeteden arkadaşım Tarık Tolunay ricam üzerine kapak resmini tasarladı, çizdi, ben de onay verdim. 

Kütüphaneci arkadaşlarım, kitapların iç kapağına kataloglama kurallarına uygun olarak bibliyografik künye de ekliyorlardı. Buna göre kitabımın bibliyografik kimliği dediğimiz hüviyet cüzdanı şu bilgileri içeriyordu: 

AKDOĞAN, Hatice 
Berivanın Dilindeki Kelepçe/Hatice Akdoğan, İstanbul:Ulusal Yayınları:1998
80 s.;19,5 cm.(Ulusal Yayınları 16 Ulusal Yayın Dizisi: 15)
ISBN:975-7333-22-0
I.Türk Edebiyatı    I.Kitap Adı

İlk göz ağrıma bir de önsöz yazmışım ki öykü, roman gibi yapıtlar için şimdi yerinde görmediğim bir tutumdur. Önsözde öykülerimin toplumsal gerçekliğe bağlı olan yüzünden dem vuruyorum. Aslında ne olup olmadığını hepten okura bırakmak daha yerinde olanıydı.

 Önümde Açılan Pencereden Bakınca
İlk kitapta nelerle yüzleştim? Doğru olan ve olmayan şeyler neler? Yeter mi, devam mı? Kitap elime eriştiğinde, ondan beş yıl önce doğum sonrası elime ilk aldığım oğlumu düşündüm. Hem sıkı sıkıya benden bir parça hem benden bağımsız olarak başka biri, başka bir şey.  İlk kitabım da öyle sayılır: Kapıdan girip önüme konmuş. Elimde canlı bir varlık gibi evirip çeviriyorum. O an dışarıdan bakan biri için kim bilir nasıl görünüyorumdur? Gözlerime vuran içimin ışıltısı, çehremi gülümseyen bir güneş resmine benzetmiş olmalı. 

Teknik açıdan her şey ilk başta normal görünüyordu. İlerleyen günlerde kapaktaki çarpıcı yanlış yüzümü kızartıyor. Özel isim “Berivan”dan sonra gelen iyelik eki kesme işareti ile ayrılmamış; varan bir. Kapakta böyle ise içeride kim  bilir neler vardır korkusuyla sayfalara dalıyorum. Kapak açısından kendimi bağışlamadan, iç sayfalarda derin bir “oh” çekiyorum. Demek o zaman ülkemizde kitap okumak hâlâ revaçtaydı. Berivan’ın Dilindeki Kelepçe okunuyordu. Yorumlar da doğru yolda olduğumu gösteriyordu. Ancak bizzat kitabın kapak resmi, kimi çevrelerde bir çocuk kitabı olduğu algısına yol açıyordu. Doğru, sevimli olduğu kadar endişeli bir bakışa sahip kız çocuğunun kapakta oluşunu, genel içeriği ifade etmemesi açısından bir iletişim hatası saymak gerekti.  Bu da önemli saydığım ikinci yanlış diyebilirim. 

 Berivan’ın Dilindeki Kelepçe,  Roza’daki yayımından bir yıl sonra çıkan ilk kitabımın da adı olmuştu. Kitap çıktıktan sonra Roza’nın 1998 Kasım-Aralık 14.sayısında Melike Dicle imzasıyla bir tanıtım yazısına yer verildiğini de elinizdeki yazı dolayısıyla ortaya çıkarıp hatırlamış oldum.  Melike Dicle, o yazısında beni “genç bir yazar” olarak niteliyor. O günden bu güne geçirdiğim yılları düşünerek gülümsedim ve hiç değilse ilk kitabım için fazla beklemeden harekete geçmiş olduğuma sevindim. 

İlk kitap çıkmadan önce bir kitabın yazarı olma düşünü kurmuş olabilirim. Ne zaman, nerede olacağına dair bir fikrim de olmayabilir. Bildiğim şey yazacak çok şeyim olduğuydu. Belki ilk kitabım gazetecilik döneminde üstüne yoğunlaştığım kadınlarla ilgili ya da bir tür roman da olabilirdi. Şans Berivan kızımdan yana çıktı. Daha iyisini yapmalıyım, hata yapmamalıyım derken çıkan başka kitaplarımda da eksiklik ve hatalar oldu ve olabilmekte. Ama tüm bunlar bizim olanaksızı isteme iddiamızı sürdürmemize bahane olacak şey değil elbet. 

Geriye baktığımda ne erken ne de geç Berivan’ın Dilindeki Kelepçe ile yazın-yayın alanına giriş yapmaktan memnun olduğumu söylerken aslında bu yazmaya koşullanmış olmanın verdiği mutluluktur. Berivan’la okur etkileşimine geçmiş bulundum. Yazarları ve yazmaya heveslenenleri daha yakından tanımaya başladım. Bir sanat olan edebiyata da egemen güç ve odaklar tarafından ayar verilmeye çalışıldığını fark ederek kendi sağduyu ve iç sesime yaslanarak nasıl davranmam, bunun için nasıl bir emek sarf etmem gerektiğinin farkına varmaya başladım. 

Bu konuda son bir söz, kadın araştırmalarında önemli bir kaynak olan  “Hanımlar Alemi’nden Roza’ya” kitabının ne zaman adı geçse, paralelinde hep yirmi beşinci yaşını dolduran Berivan’ın Dilindeki Kelepçe’nin doğuşu aklıma gelir.  

NOT:
İlk baştan itibaren yayımlanan dört kitabımda sadece ikinci soyadım olan “Akdoğan”ı kullandım. Ancak  ilerleyen yıllarda benimle aynı ad ve soyadlı bir yazar daha olduğu açığa çıkınca birinci soyadım olan “Eroğlu” nu da sonradan çıkan kitaplarımda kullanmaya başladım.

–