15 Nisan 2024

1978… ODTÜ… Öğrenciliğimin ilk günleri… Hazırlık sınıfında benim için zor günler başlamıştı. Ne de olsa İngilizcem okuduğum okuldan kaynaklı olarak ortaokul düzeyini aşamamıştı. Bir de Hasan Tan’ın rektör olması ve dokuz ay sürecek boykotla neredeyse üniversite hayatım başlamadan sona ermek üzereydi.
Boykot sırasında A1 kapısında vurularak öldürülen Ertuğrul Karakaya için Gülten Akın, “Ertuğrul’a Ağıt” şiirini yazacaktır.
Dokuz ayın sonunda Hasan Tan gitti, okul açıldı, hızlandırılmış biçimde hazırlık sınıfından bölüme geçiş yaptık.
Okula asılı duyurulardan “Öykü Günleri” etkinliği düzenlendiğini öğreniyorum. İlk gün Adalet Ağaoğlu ve Nevzat Üstün’ün mimarlık anfisinde söyleşisi var. Ben de izleyiciler arasındayım. Söyleşi bitiyor, sorular kısmına geçiliyor. Adalet Hanım soruları yazılı istiyor. Ne olduğunu yıllardır anımsayamadığım sorumu iletiyorum. Adalet Hanım benim soruma sıra gelince onu sona koyuyor. Tüm sorular yanıtlanıyor, benimki yanıtlanmıyor. Ayrılmaya niyetlendiklerinde söz alıp sorumun yanıtlanmadığını söylesem de yine yanıt alamıyorum, Adalet Hanım sahneden ayrılıyor. ODTÜ Edebiyat Kulübü Başkanı Hürol Taşdelen, sahneye çıkıp toplantının bittiğini biraz da sinirli bir şekilde duyuruyor. Ben bu duruma sözlü olarak itiraz ettiğimde yanımda sınıf arkadaşım Haydar Ergülen ve TRT’ nin o yıllardaki efsane yapımcılarından etkinliği kayıt altına alan Neslihan Gence de bana destek oluyor. Adalet Hanım’ın salonu terk etmesinin ardından Nevzat Üstün yanımıza geliyor. Çevremizde kalabalık bir grup oluşuyor. Sohbetimiz hararetli bir biçimde devam ediyor. Nevzat Bey “Daktilo ve Tüfek” adlı bir yazı dizisi hazırladığını, kabul edersem bana da soruları göndermek istediğini belirtip adresimi alıyor. Adalet Hanım’ın “Arabada bekliyorum” diye üst üste haber göndermesi üzerine Nevzat Bey’le vedalaşıyoruz. Kısa bir süre sonra yazarı olduğu Cumhuriyet gazetesinde okuduğum haberde Nevzat Üstün’ün trafik kazası sonucu hayatını kaybettiğini öğreniyorum.
Bölüme başladığımda olmayan İngilizcem ile sınıfımızın çoğunluğu gibi Avusturalyalı Antropoloji hocasının anlattıklarından hiçbir şey anlayamıyorum. Kollarımla sakladığım defterime harıl harıl bir şeyler yazdığımı gören arkadaşım not tuttuğumu sanıyor, yazdıklarımın şiir çalışması olduğunu görünce ders arasında sınıftaki ODTÜ Edebiyat Kulübü üyesi arkadaşımız Musa Saygı’ya beni ispiyonluyor. Musa da ilk fırsatta beni edebiyat kulübüne götürüyor. Nevzat Üstün ve Adalet Ağaoğlu toplantısında hoş olmayan bir şekilde tanıştığım Hürol Taşdelen ve ODTÜ Edebiyat Kulübü ile yollarımız böylece kesişiyor.
Defterden koparılmış sayfada yazılı şiirime el koyuyorlar. Derken önceden alınmış bir randevuya ben de dahil oluyorum. Tunalı Hilmi Caddesi 94 numara 2 no’lu dairedeki Bilgi Yayınevinin yönetim bürosuna gidiyoruz. Bilgi Yayınevinin Yayın Yönetmeni Attilâ İlhan. Ben “Şiirimi en azından temize çekseydim, bu haliyle Attilâ İlhan’a göstermek saygısızlık olur” desem de beni dinleyen yok. Birkaç kez onlardan ayrılıp geri dönmek istiyorum ama erkekler tarafından her seferinde engelleniyorum. Uzun yıllar grubun tek kadın üyesi olarak kaldım ne yazık ki.

“Attilâ İlhan’ın karşısına oturuyoruz. Söz sözü açıyor, ben ellerimle titreyen dizlerimi bastırmaya çalışıyorum.“
Sonunda bodrum katındaki kapının önüne geliyoruz. Son kaçma girişimim burada oluyor. Fark ettikleri anda beni arkadan itiyorlar, kapı açılıyor ve uçarak Bilgi Yayınevinin içine düşüyorum. Dizlerimdeki hafif yaralanmanın acısı da heyecanıma eklenmiş oluyor. Odaya giriyoruz. Attilâ İlhan’ın karşısına oturuyoruz. Söz sözü açıyor, ben ellerimle titreyen dizlerimi bastırmaya çalışıyorum. Attilâ İlhan; önüne uzatılacak, kenarları rastgele yırtılmış, karalamalar ile dolu şiir müsveddesini görünce ondan işiteceğim sözleri hak ettiğime ikna ediyorum kendimi. Bu arada odaya genç bir kadın giriyor, merhaba demek için uğramış, sırtını karşımdaki duvara dayıyor. “Sizin okuldan yolu geçenlerden” diyor Attilâ İlhan. Arkadaşlar da “ODTÜ’den” diyerek bizi tanıtıyor. “Norveç’ten kısa süreliğine gelmiş, orada doktora yapıyor. Buket Uzuner adını unutmayın, ileride iyi bir öykü ve roman yazarı olacak” diyor. Buket Uzuner kısa süre sonra ayrılıyor. Bu arada bizden yaşça büyük başka bir ODTÜ’lüden, ona Fransa’dan henüz dilimize çevrilmemiş romanlar getirttiğinden söz ediyor. O da geleceğin önemli romancıları arasına adını yazdıracak: Mehmet Eroğlu.
Derken Attilâ İlhan şiiri okuyor ve Hürol’a “Bunu Ali Püsküllüoğlu’na götürün, Yusufçuk’un ‘Kanat Alıştırmaları’ bölümüne koyabilir” diyor.
Heyecandan benden bahsedildiğini bile ilk anda anlamıyorum. İlk şiirimle ilk kez bir dergideyim Neşe Yaşın, Hürol Taşdelen, Yusuf Alper, Fergun Özelli, Hasan Varol ve Güniz Baykam ile birlikte.
Ardından Oluşum ve Sesimiz dergileri ile tanışıyorum. Hasibe Ayten Sesimiz’i, Fahrünnisa Kadıbeşegil ise Oluşum’u çıkarıyor.
Küçükesat Bardacık Sokak’ta, Fahrünnisa Hanım’ın evine gittiğimde elçiliklerden konuklara, Ankara’nın önemli galerilerinin sahiplerine, dönemin edebiyatçılarına rastlama olasılığı çok kuvvetliydi. Oluşum’un mutfağında pek çok isimle tanışıyorum. Aynı şekilde Sesimiz’e Hasibe Ayten’e gittiğinizde de evi hiç boş olmazdı, edebiyatçıların uğrak yeriydi.
Attilâ İlhan ile sohbetlerimiz sonraki günlerde de devam ediyor. Önce Set Kafetarya’yı bilmeyenler için tarif edeyim. Kızılay’da Gökdelen olarak bilinen şimdiki iş merkezinin olduğu yerde meşhur Set Kafeterya vardı.70’lerden itibaren uzun yıllar Ankara’nın önemli buluşma mekânlarından biri oldu. Orada oturduğunuzda hem Kızılay’ın hem de Sevgi Soysal’ın anısına Yenişehir’in tüm öğle vakitlerine tanık olabilirdiniz. Pazar günleri ıssızlaşan Kızılay Meydanı’nda neredeyse top oynayacak rahatlıkta yolun ortasından yürüme özgürlüğüne bile sahip olabilirdiniz.
Attilâ İlhan, hafta içi her sabah saat tam 10.00’da Set Kafeterya’ya gelip hep aynı masaya oturur ve o gün kendisi ile görüşme yapacak olanlarla -bazen basın mensupları bazen de gençler, öğrencilerle- buluşur, saat 12.00’de de oradan ayrılırdı. Orada onunla kaç kez sohbet ettik, bilmiyorum. Önceden haber vermeksizin bu saat aralığında her gidişinizde onu orada bulacağınızdan emin olabilirdiniz. Buğday Sokak’taki evinden yürüyerek gelir, yürüyerek dönerdi. Yürürken şiir düşündüğünü daha sonraki anılarından öğreniyoruz. Birlikte yürüdüğümüz günlerden birinde yolda karşılaştığı Uğur Mumcu ile ayaküstü sohbet ettiğine de tanık olduğumu anımsıyorum.
Daha sonra Set Kafeterya’nın yerini Akün Sineması’nın yakınındaki Tuna Pastanesi aldı. Attilâ İlhan, orada da aynı saatlerde konuklarını ağırlamayı sürdürdü.

O yıllarda Hasan Hüseyin Korkmazgil‘le de tanışıyoruz. Kızılay’da yanılmıyorsam Barış Gazetesi’nde çalışıyordu.
11 Temmuz 1978’de Bedrettin Cömert öldürüldü. Okulda bir anma toplantısı yapmak istiyoruz. Attilâ İlhan’a teklif götürüyoruz, bize Hasan Hüseyin’i öneriyor, “En yakın arkadaşlarındandı” diyor. Hasan Hüseyin acısının çok büyük olduğunu, konuşamayacağını söylüyor. Attilâ İlhan “Çocukları kırma” diye rica ediyor. “Tamam” diyor Hasan Hüseyin.
Toplantıya İanonna Kuçuradi ve Adnan Onart ile birlikte geliyorlar. Gözyaşları içinde Bedrettin Cömert’i anlatıyor bize. O kadar içten ki hepimiz salonda bir yerlerde Bedrettin Cömert’in varlığını hissediyoruz.
Hasan Hüseyin’le ilgili pek çok anının içinden unutamadıklarımdan birini de Çankaya’da Basın Sitesi’ndeki evinde yaşadık. Yine kulüpten arkadaşlar ile salondaki masanın etrafına oturmuşuz. Masanın üzerinde bir kasetçalar. Hasan Hüseyin çok heyecanlı. Az önce kendisine ulaşan kaseti kasetçalara yerleştiriyor. Kasetçaların düğmesine bastığında odayı Selda Bağcan’ın sesi dolduruyor. Almanya’da kaydedilen ve ülkeye gizlice getirilen “Koçero Vatan Şiiri”ni şairiyle birlikte dinliyoruz.
Rektörlük tüm öğrenci kulüpleri gibi ODTÜ Edebiyat Kulübü için de bir danışman seçmemizi istiyor.

Önce Attilâ İlhan’a gidiyoruz. O, yine Hasan Hüseyin’i işaret ediyor: “Şu ara ekonomik sıkıntısı var. Rektörlüğün ödeyeceği miktar ile ona destek olursunuz” diyor. Hasan Hüseyin’e biraz da ısrar ederek danışmanlığımızı kabul ettiriyoruz ama danışmanlığı çok kısa sürüyor çünkü sıkıyönetim ilan edilince kulüpler kapatılıyor.
“Kulüpten üç arkadaş Seyranbağları Huzurevinde kalmakta olan Enver Gökçe’yi ziyaret ediyoruz.”
Kulüp, kapatılmadan hemen önce Yasak adlı bir dergi çıkarıyoruz. İlk sayının ardından kulüpten üç arkadaş Seyranbağları Huzurevinde kalmakta olan Enver Gökçe’yi ziyaret ediyoruz. Tek kişilik küçük bir odada demir bir karyola, küçük bir dolap ve masa bulunuyor. Sohbet ediyoruz. Aziz Nesin’den söz ediyor. Bulgaristan’da kendisini ameliyat ettirdiğini, burayı da onun ayarladığını, sık sık da aradığını anlatıyor. Ondan büyük bir sevgiyle söz ediyor.
Bize el yazısı ile son yazdığı şiiri dergide yayımlanmak üzere veriyor. Şiiri alan arkadaşlar dergide yayımlanacak yazılar ile birlikte orijinal haliyle basılması için rektörlüğe teslim ediyorlar ama o sırada ilan edilmiş bulunan sıkıyönetim ile derginin ilk sayısından sonra ömrü bitiyor ve o el yazısının olduğu kâğıt da sıkıyönetimin karanlık koridorlarında yok oluyor. Ben görmedim ama sanırım aynı şiiri Ataol Behramoğlu’na da vermiş. Ataol Behramoğlu şiiri yayımlamış diye duyunca biraz olsun rahatladığımı söylemeliyim.

Zafer Çarşısı Ankara’da kitap ve dergiciliğin merkezi konumundaydı. Erdal Öz’ün işlettiği Sergi Kitabevi, yine Ankara’nın efsane abilerinden Remzi İnanç’ın Toplum Kitabevi, Dost Kitabevi şair, yazar akademisyen, öğrenci ve okurların buluşma noktalarıydı. Her ay yolum mutlaka buraya düşerdi, o ayın dergi ve kitapları alırdım.
Bir süre sonra Dost Kitabevi Konur Sokak’ta şimdi Mimarlar Odasının bulunduğu binanın giriş ve bodrum katına taşındı. Giriş katı kitabevi, alt katı da sanat galerisi olarak hizmet veriyordu. Her ayın ilk cumartesi ya da pazarı (tam anımsayamıyorum) panayır düzenleniyordu. Sokağa taşan kalabalık, bir yandan gün boyu süren canlı müzik eşliğinde hem alt katta sergilenen eserlere bakıyor hem de üst kattaki imza günlerinde şair ve yazarlarla sohbet ediyordu. Genç şairler olarak bizler de birbirimizle sohbet etme fırsatı buluyorduk. Kimler mi? Sınıf arkadaşım Haydar Ergülen, kısa bir süre sınıf arkadaşım olan, daha sonra DTCF’ye geçen Adnan Azar, Ahmet Erhan, Akif Kurtuluş, Hüseyin Alemdar. Adnan Azar gelip kolumdan tutmuş, “Gel seni Behçet ağabey ile tanıştırayım” demişti. Behçet Aysan ile öyle tanışmıştım.
Başka bir hafta sonu bu kez Yeni Türkü’nün imzası var. Yeni Türkü’den Eftal Küçük ve Tolga Çandar’ı okuldan tanıyorum. Eftal Küçük, ODTÜ Elektrik Elektronik Bölümünde öğrenci ama bizim bölümden seçmeli ders alıyor. Medya dersinden sınıf arkadaşım. Tolga Çandar ile yurtlar bölgesinde çimlerin üzerinde sazı eşliğinde söylediği türkülerin dinleyicisi olarak tanışıyoruz. Eh bir de serde Egelilik var. Derya Köroğlu’yla ise sosyoloji bölümünün önünden mimarlığa, sonrasında da ekonomiye giderken karşılaşmışlığımız, göz aşinalığımız var. Saçları o günlerde yine kıvırcık ama simsiyah.
Şimdiki Şinasi Sahnesi’nin o zamanki adı Çağdaş Sahne. Yeni Türkü’nün adını çok küçük bir çevrenin dışında pek duyan yok. Çağdaş Sahne’de bir evin salonu büyüklüğündeki odada yerlere serili minderlerin üzerine oturmuşuz. Vokal arayışındaki grubu dinliyoruz. Haydar’ın o zamanki kız arkadaşı aynı zamanda sınıf arkadaşım da şarkı söyleyecekler arasında. Ben ise gecenin büyüsünde şarkıları dinliyorum. Grubun şarkı sözlerini yazan Murathan Mungan ile tanışıklığımız ise çok daha önceden. Oluşum dergisinin pek çok sayısında ortak imzalarımız var.
Okula ilk geldiğim günlerde bir tiyatro kursu duyurusu gözüme çarpıyor. Gidiyorum. Bir ya da iki kez katılıyorum. Ancak kurs şehirde ve dersler yoğunlaşınca kursu sonlandırmak zorunda kalıyorum. Aradan geçen yıllardan sonra o kursun verildiği mekânı bir türlü anımsayamıyorum. Ankara’nın hangi semtinde ona dair bile bir tek iz yok belleğimde. Sonra pandemi başlamadan az önce düzenlenen kitap fuarında uzun bir imza kuyruğunun sonunda Murathan Mungan’a soruyorum: “Sahi sizin kurs verdiğiniz bina neredeydi? “Akay yokuşunun bulvardan tarafa olan başlarındaki bir bina olduğunu o zaman öğreniyorum.
“Telefon çalıyor. Mahmut Tali Öngören 1402 sayılı yasa ile görevine son verildiğini öğreniyor.”
Artık 3. sınıftayım. Dönem ödevi olarak “Türk Sinemasında Gecekondu Olgusu” adlı bir konu seçmişim. Bu konuda bana yardımcı olabileceğini düşündüğüm Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu öğretim üyelerinden aynı zamanda Cumhuriyet gazetesi yazarı Mahmut Tali Öngören’i ziyaret ediyorum. Bana konuyla ilgili kaynakların adlarını veriyor. Birlikte bir yol haritası çıkarmaya çalışıyoruz. Telefon çalıyor. 1402 sayılı yasa ile görevine son verildiğini öğreniyor. Daha fazla vaktini almak istemiyorum ama hoca beni bırakmıyor. Anlatacakları bitene kadar devam ediyor. Haberi duyan öğretim üyeleri odasına geliyor. Kötü haber tez yayılmış. Gitmek üzere ayağa kalkıyorum.
Mahmut Tali Öngören, hafta sonu At filminin ilk gösterimine beni de davet ediyor. Yönetmen Ali Özgentürk ile tanıştıracak. Belirlenen saatte orada oluyorum. Kuliste Ali Özgentürk ile tanışıyorum. Kuliste, sinema eleştirmeni Burçak Evren’i anımsıyorum. Başka kimler vardı, şu an unuttum.
Edebiyat kulübü olarak yapamadığımız etkinlikler de oldu. Bunlardan biri de beş şairi anacağımız bir etkinlikti. Sıkıyönetim “Bunlar izin aldıkları şairler yerine Nazım Hikmet’i anarlar” gerekçesiyle izin vermedi.
Tabii ki Türkiye Yazılarını anmadan anıları bitiremezdim. Ahmet Say’ın çıkardığı Türkiye Yazıları’nın ufacık bir bürosu vardı. Orada bir ya da iki kez Fazıl Say’ı gördüğümü anımsıyorum. Henüz ilkokula gidiyordu yanılmıyorsam.
1983 yılının Ocak ayı geldi. Bir ay sonra mezun olacağım. Ama o ocak ayında Ankara Esenboğa Havaalanı’nda bir uçak kazası meydana geliyor. O uçakta bir seminer için Paris’ten dönmekte olan ODTÜ’lü bir öğretim üyesi vardı. O öğretim üyesi aynı zaman da Türkiye Kadar Bir Çiçek’in dizelerinin yazarı şair Ergin Günçe idi. Cenazesini ODTÜ’den uğurladık.
O günlerde ODTÜ Edebiyat Kulübü’nden bugünlere ismini anmadığım kimler kaldı diye merak ederseniz Özcan Karabulut, Metin Celal’i de eklerim. Ayrıca kulüp üyesi olmasalar da 7.Yurt’ta oda komşum Tümay Çobanoğlu’nu da anmadan geçmeyelim. Ankara’da yayın kurulunda yer aldığı Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi ülkemiz edebiyatına katkılarını sunmaya devam ediyor. Yine o günlerde yurt arkadaşımız olan Neşe Yaşın ve Ankara Mon Amour’un yazarı Şükran Yiğit’i de anmadan geçmeyelim. ODTÜ Mimarlık Fakültesinden mezun olan Ali Cengizkan ve Ahmet Güntan’ı anmadan o yılları anlatabilir miyiz?
Attilâ İlhan sağlık sorunları nedeniyle İstanbul’a taşındı. Bu kez İstanbul’da Elmadağ’daki Divan Pastahanesi’nde konuklarını ağırlamaya devam etti. Hasan Hüseyin’i en son Filizkıran Fırtınası’nın imza gününde Dost Kitabevi’nde gördüm. Okul bitti. Ben İzmir’e döndüm. Yıllar sonra ilk tanışmamız hiç de hoş olmayan Hürol Taşdelen ile evlendim. Adnan Azar, Ahmet Erhan ve Behçet Aysan erken yaşta aramızdan ayrıldı. Hasan Hüseyin, Attilâ İlhan, Fahrünnisa Kadıbeşegil, Gülten Akın, Ali Püsküllüoğlu, Enver Gökçe, Eftal Küçük, Ahmet Say’ı da ardı ardına sonsuzluğa uğurladık. Anılarımızda yaşamaya devam ediyorlar.
.