18 Kasım 2023
MÜNEVVER OĞAN
Papatyaların, çimenlerin içinde yürümeyi unuttuk. Bir kır kahvesinde çay içmeyeli kim bilir kaç yıl oldu. Ağaçlar, çiçekler gibi bulunduğumuz yerde doğup yine orada öleceğiz.
İncitildim, örselendim. Ta Kızılay’a kadar yürüyerek gittim. Yürümüyorum da sözcüklerin, yaşadıklarımın saldırısına uğruyor gibiyim.
Günlerdir, belki de aylardır bana yalan söylüyor. Ellerine, gözbebeklerine ve giysilerine sinmiş kokuyu yok sayıyor ya da duymuyor. Ben evde olup yaşamın yükünü omuzlayacağım, hanımefendi sevgili… Her şey yerli yerinde! Beyefendi, hem köpek doysun hem de yufka eksilmesin diye düşünüyor olmalı. Geriliyorum, hücrelerimin birbirinden ayrıştığını, saçlarımın bütün elektriği yüklendiğini duyumsuyorum. Her şey yolundaymış gibi davranışlar iç kanamaya neden oluyor. Nasıl anlatılır bilemiyorum ama bir jiletle ince ince doğrandığımı, yaralarıma tuz basıldığını duyumsuyorum. Bu acıyla kıvranıp yatağın bir köşesinde dertop oluyorum.
Yanıma geliyor, dokunmak istiyor. Yüksek gerilim teliyim, uzak dur benden, ikimiz de kömür oluruz.
Milena’nın o yazısını bulup yeniden okumalıyım. “İki zavallı, kendine bile yetemeyen yaratığı bir daireye kapatıp mutlu olun!” demek büyük bir zalimlik! Oysa her sabah aydınlığı bölüşüp akşamın hüznünde birbirimizi yüreklendirebilirdik. Biliyorum bu yaşam oyununun, evliliğin kurgusu yanlış. Yönetmen filmi yeniden çekse hiç fena olmayacak! Bu çatının dışında kalıp da onunla dostluk, arkadaşlık etmek ne denli güzel olabilirdi diye düşünüyorum.
Neredeyiz? Bilen var mı acaba? Bir yaşam atığının içinde olduğunuzu düşündünüz mü hiç? Her zaman söylerim bir insanla an’ları bölüşmenin baş döndürücü büyüsü vardır diye. Oysa sevdiğiniz insanla bile bütün bir yaşamı, faturaları, kirayı, okul taksidini, hastalıkları, yakınlarınızın rahatsızlıklarını, migreni, ülkenizin karabasanını, sözün kısası bütün bir yaşamı bölüşün de göreyim! Yüreğiniz gizlice pas tutmuştur, parmaklarınız dokunmayı, teniniz dokunulmayı unutmuştur. Aşkla, tutkuyla bakan gözler mi? O, çoktan Kazablanka filminin bir karesinde sıkışıp kalmıştır.
Onu, anlamaya çalışıyorum. Böyle bir “Zosima Dede” görevini de niçin yüklendiğimi açıklayamıyorum. Aşık olmuş, aşkın sıradışılığı ile esrik… Kimi zaman mevsimler erken yaşanır. Özellikle de aşk. Onun bahçesindeki kardeleni, badem ağacını, mor menekşeyi nasıl incitirim? Bahçesinde ötüşüp duran diken bülbüllerini, kanaryaları nasıl susturabilirim? Ne yazık ki iki kişinin düşsel baharı; üçüncü kişinin uzun süren kışı, acımasız gerçeği oluyor.
Bugünlerde yaşam atığının en dibindeyim, çöp evin bir nesnesiyim. Ben de bir zamanlar yaşadım mı? Cemre bizim toprağımıza da düştü mü?
Bir uçtan bir uca Ankara’yı dolaştım, bacaklarımın sızısından yorulduğumu ayrımsıyorum. Eve yani cennetimiz ve cehennemimize dönmek gerek, ah Milena! Başım dönüyor. Kalabalık, gürültü… İyi ki rüzgâr var, hiç değilse kirliliği alıp götürüyor. Keşke bizim evdeki kirliliği de alıp götürse…
Birden kulaklarım uğuldadı: “Ankara rüzgârına çık, uzun süren kışı yele ver!”
Önden yürüyen üniversiteli çifte bakıyorum. Kendi dünyalarında yitip gitmişler. Uzayıp giden dolmuş kuyruğunda yüzleri gülmeyen kadınlı erkekli insanlar… İnanılmaz bir sabırla ekmek kuyruğunda bekleyenler… Önümden iki görme engelli geçiyor, bastonlarının ustaca yol buluşuna, derin söyleşilerine dalıp gidiyorum.
“Ankara rüzgârına çık!”
Dolmuşta yanıma oturan kadının yüzüne dikkatlice bakıyorum. Gülümsüyor, yorgun. Ellerini çantasının üzerine yerleştiriyor. Morarmış, kabalaşmış, ozon kokan bir çift el… Ellerini sevmek, onlara krem sürmek, yorulmuşsun demek istiyorum. Kadın yine gülümsüyor.
“Ankara rüzgârına çık!”
Ankara rüzgârına uzun süren kışı mı, çöp evin yaşam atıklarını mı verdim, bilemiyorum.
“Ev”imizdeyim.
–