18 Eylül 2023
Romanlar kelimelerin gücüyle sinema ise görüntülerle ilerler. Romanlarda yazarın özel bir sesi vardır. Bu, bizi yönlendiren, bize fısıldayıp duran özel bir sestir ve bu, sinemada mümkün olmayan bir şeydir.
Edebi yapıtlarla sinema sanatı çıkış noktaları kurgulamak olsa da birbirlerinden çok ayrı şeylerdir. Misal bir romancının yaptığı şey dışarıdaki âlemi kelimelerle ifade etme işidir. Bir romancı veya öykücü, yer yer de bir şair, âlemdeki resimleri kelimelere dönüştüren kişidir demek istiyorum.
Roman yazmak eğer ki kelimelerle resim yapmak işi ise benim için bunun en büyük üstadı da Tolstoy’dur. Tolstoy metinlerinde muazzam bir yazar sesi, betimleme ve ayrıntı kabiliyeti görürüz. Bu konuda zannederim hiç kimse, bütün edebiyat tarihi boyunca Tolstoy’la yarışamaz. Ama bir Tolstoy metnini bile sinemaya dönüştürdüğümüzde bu temel özelliğini görüntüyle birlikte kaybeder.
Tolstoy’un Anna Karenina adını taşıyan romanına dikkat edelim şimdi. Tolstoy romanda, ağabeyi Stiva’nın karısı Doli’yi aldatma işi vesilesi ile Petersburg’dan Moskova’ya gelen Anna’nın hikayesini anlatacağı sırada Doli’nin odasını tasvire kalkışır, sayfalarca bu odayı anlatıp durur. Bunu sinema nasıl yapabilir? Yapamaz çünkü onun bir yazar sesi yoktur. Sinema âlemdeki resimleri kelimelere dönüştürme işi değil, âlemdeki görüntüleri yeniden görüntüleme işidir.
Roman’ın Niyeti ve Sinema
Bir romanın taşıdığı temel niyet (yazarın yazma nedeni ve anlatmak istedikleri) o roman sinemaya aktarıldığında veya dizisi çekildiğinde, çeşitli nedenlerle (sinemanın edebiyat karşısındaki bazı yetersizlikleri veya para ve reyting kaygısı) çoğu zaman törpülenir.
Buna en güzel örneği bizim edebiyatımızdan Aşk-ı Memnu ile verebiliriz. Kimi eleştirmenler Aşk-ı Memnu’da asıl anlatılmak istenenin “yanlış batılılaşma” üzerine kurulu olduğunu düşünürler. Ben de bir parça bu görüşe katılırım. Sinema sanatı bu açıdan Aşk-ı Memnu’nun çok daha basit ama çok daha ilgi çekici bir yönüne odaklanmıştır. Bu, Behlül’le Bihter’in yasak aşkıdır. Elbette Aşk-ı Memnu romanının bir yönü de budur ama romandaki başka pek çok dikkate değer nokta, bu temel problemin etrafında güme gider.
Sinemanın gözümüze soktuğu ve dramlaştırıp durduğu Behlül ile Bihter romanın vermek istediklerini büyük ölçüde çöp eder demek istiyorum. Mesela Aşk-ı Memnu dönemin edebiyatına ve İstanbul yaşantısına tutulan bir aynadır. Mesela Servet-i Fünun dönemi aydınının buhranıyla, İmparatorluğun çürümüşlüğü ile dolaylı da olsa ilgilidir bu roman ama filmi veya dizisi izleyiciye bunları çaktırmadan bile olsa hatırlatamaz. Romanlar kelimelerin gücüyle sinema ise görüntülerle ilerler. Romanlarda yazarın özel bir sesi vardır. Bu, bizi yönlendiren, bize fısıldayıp duran özel bir sestir ve bu, sinemada mümkün olmayan bir şeydir.
Bütün bunlara rağmen, romanlarına göre filmleri daha iyi olan yapıtlar da vardır. Bunlar genelde edebi yönü zayıf olan romanların uyarlamalarıdır. Mesela Baba bunlardandır. Filmi müthiştir ama romanı için aynı şeyi söyleyemeyiz. Yine King romanlarından uyarlanan filmler romanlarına göre daha canlıdır bence.
Özetle şunu söyleyebilirim: Edebi bir roman yazarın özel sesini barındırır ve bu, sinemada kaybolup gitmek zorundadır.
–