Acıdan Doğan Başkaldırı

19 Temmuz 2023

MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ

“Bir kişi mi savaşır, on bin kişi mi, bu hiç önemli değildir! Eğer tek bir insan savaşması gerektiğini kavramışsa savaşmalıdır! Ben savaşmam gerektiğine karar vermiştim.”  

İnsanlar kendilerini başkalarına anlatmak, başkalarından da öğrenmek için eski çağlardan bu yana çok değişik iletişim araçları kullanmışlardır. Ateş yakıp dumanını gökyüzüne salmışlar, güvercinler uçurmuşlar, resimler yapmışlar, kitaplar yazmışlar, en çok da yüz yüze iletişimi tercih etmişlerdir. Ancak insanlık tarihinde öyle zamanlar olmuştur ki bu en zorunlu ihtiyaç tehlike olarak görülmüş, izlenmiş, olmadı yasaklanmıştır ama insan zindanlara tıkılma, en ağır işkenceleri yaşama, ölme, öldürülme tehlikesine rağmen bir yolunu bularak duygu ve düşünce paylaşımını gerçekleştirmeyi başarmıştır.

Hans Fallada’nın İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan romanı Herkes Tek Başına Ölür’de başlarına gelebilecek her şeye göğüs gererek doğru bildiklerinden asla şaşmayan Anna ve Otto Quangel’in mücadelesine tanık oluruz. Mücadele biçimleri ve gösterdikleri dirençle benim roman kahramanlarım oldukları gibi zor durumda kaldığım her an belleğimde canlanarak bana yol göstermeyi, gücüme güç katmayı sürdürüyorlar. Benim için onlar kurgu roman kahramanları olmanın ötesinde bir dönem yaşamış, direnmiş, etten, kemikten, kandan oluşmuş iki insandır. Zorda kaldığım, onurumu koruyabilme kaygısı yaşadığım her an benimle birlikteler, onlardan öğrenmeye devam ediyorum.

Quangeller İkinci Dünya Savaşı’nın baskı ve şiddet dolu koşulları altında halkla bağlantı kurabilmek, tek başlarına da kalsalar, bir tek kişiye bile ulaşsalar bunu kazanç sayıp savaşa karşı durmayı sağlayabilmek adına mektuplar ve kartlar yazıp merdivenlere bırakırlar. Böyle bir kartı elinde tutan herkesin kendini suçlu gibi hissedeceğini de bilirler. Çünkü kartı yazanın da okuyanın da cezası ölümdür. Roman, Alman polisinin 1940-1942 yılları arasında sürdürdüğü yasadışı çalışmaların dosyalarından yapılan araştırmalardan yararlanarak yazılmıştır ve insanlığın yaşadığı acılara, vahşete ışık tutmaktadır. 

Romanda sözü edilen yıllarda Anna ve Otto Quangel’in de içinde yaşadıkları Alman toplumunda kimse kimseye güvenmez, herkes herkesin ajanıdır. Özgürlükler tümüyle askıya alınmıştır. Gestapo her duyduğunu rapor eder, herkes yukarıdan gelen emirleri uygulamak zorundadır. Fabrikalarda çalışanlar arasında partiye üye olanlarla olmayanlar arasında ciddi bir eşitsizlik vardır. Fabrika yönetimi, partiye üye olan işçiye öncelik tanır, onu korur kollar, üye olmayanın en küçük hatası yüzüne vurulur. Zaten işe girebilmek için de partiden onay alınmalıdır. Partiden ayrılacağını söyleyenler işten atılır. “Parti her şey idi, ona üye olmayan ise bir hiçti.” (s.103)  Ölülerin sırtından zengin olmayı hayal eden “Biz Almanlar dünyanın en zengin insanları olacağız! Bunu başarana kadar birkaç yüz bin şehit vermişiz önemli mi? Sonunda hepimiz zengin olmayacak mıyız?” (s.19) diyerek insan hayatını hiçe sayan, “Çocuklarım bir anda ölseler, örneğin bir bombardımanda, ben gurur duyarım.” (s.18) diyen anne-babalara karşı Quangeller ölülerin sırtından zengin olmaya itiraz eder ve mücadeleyi seçer. Muhalifler “Alman milleti adına” idam edilir, resimleri bu sloganın altına eklenerek afişler yapılır.  O afişler mahallelere asılarak korku büyütülmeye, her türlü itiraz yok edilmeye çalışılır. Bu yöntem etkili de olur. Çoğu kişi “Bir gün bizi de öldürüp afişimizi asarlar.” korkusuna kapılır. Oğullarının ölümüyle ciddi bir sorgulama evresine giren Otto ve Anna Quangel ise teslim olmayı değil mücadele etmeyi seçer. Otto Quangerl’in sorgu sırasında söylediği sözler, onun bu mücadelede ne kadar kararlı olduğunu gösterir: “Bir kişi mi savaşır, on bin kişi mi, bu hiç önemli değildir! Eğer tek bir insan savaşması gerektiğini kavramışsa savaşmalıdır! Ben savaşmam gerektiğine karar vermiştim.”  (s. 453) 

Quangel çifti, 1940’lı yılların Berlin’inde, kendi halinde bir yaşam sürmektedir. Otto Quangel çalışkan, iyi ahlaklı bir atölye şefidir. Parti üyesi değildir ama çok disiplinli çalıştığı için işine devam etmesine göz yumulur. “Fabrika yönetimi Otto Quangel’e ne kadar borçlu olduğunu biliyordu. Başında olduğu atölye en yüksek randımanı veriyordu, çalışanlarla hiç sorun çıkmıyordu. Quangel de çalışkan ve becerikli biriydi. Partiye üye olmaya karar verseydi çoktan daha önemli görevlere getirilmiş olurdu.” (s.48)  Oğlunun askerde öldüğü haberi geldiği gün bile işinin başında olmak zorundadır.  Karısı Anna, Nazi partisi kadın kollarında çalışır. Tek çocukları olan küçük Otto’ları Nazi ordusunda askerdir. Bir gün bütün yaşamlarını, hayata bakış açılarını değiştirecek bir haber alırlar. Oğulları savaşta ölmüştür. Otto’nun Führer ve vatan uğruna canını vermiş bir kahraman olduğu, herkese örnek bir asker olarak kahramanca öldüğü haberini alan Quangeller için artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. O güne kadar Nazi partisine bağlılığından ödün vermeyen Anna Qungel “Yalan, her şey yalan, bütün bunlara, lanet olası savaşa sizler neden oldunuz!” (s. 8) diye feryat etmeye, Nazi partisine bağlılığını sorgulamaya başlar. Yeni bir bilinç akışı başlamıştır Quangellerde. Şavaşa karşı çıkılmalı, diğer anaların çocuklarının ölmesine engel olunmalıdır.

Küçük kartpostallar hazırlayıp zor da olsa bunları insanlara ulaştırarak halkı Nazi vahşetine karşı uyarmak ister baba Quangel. Başlangıçta içinde biriken korku ile kocasına engel olmaya çalışan Anna Quangel de sonradan katılır bu faaliyete. İlk karta “Anne, Führer oğlumuzu öldürdü.”  yazılır ve kart önceden belirlenen yere bırakılır. “Kartları okuyanlar şunu kavrayacaktır, herkes Führer’in peşinden gitmiyor, karşı çıkanlar, ona direnenler de var aramızda.”  (s.165) 

İkinci karta “Anne, Führer senin de oğlunu öldürecek, bu dünyadaki bütün evlere hüzün getirene kadar öldürmekten vazgeçmeyecek.” (s. 163) yazılır. Kartların amacına ulaşıp ulaşmayacağından emin değillerdir. Onlar; Führer’in peşinden gitmeyen, ona karşı çıkan, direnenlerin olduğu gerçeğinin bir kişiye bile ulaşmasını önemserler. Üçüncü kartta yazanlar biraz daha sertleşir ve toplumsal eleştiriye dönüşür: “Führer, sen emret, biz arkandayız! Evet, biz arkandan geliyoruz çünkü biz bir koyun sürüsü olduk. Sen bizi mezbahaya götürebilirsin! Biz düşünmeyi bıraktık…” 

Toplum öyle bir korkuya hapsedilmiştir ki iki yıl boyunca hazırlanıp dağıtılan yüzlerce kartın neredeyse tamamı  onları bulanlar tarafından, içinde ne yazdığını dahi okunmadan üstelik onu ellerinde tutarken bile öleceklerinden korkarak polis şeflerine teslim edilir. Polis şefinin odasındaki şehir haritasında isyancıları yakalamak ve cezalandırmak için kartın bulunduğu yer işaretlenir, aramalar yoğunlaştırılır.

İkinci yılın sonunda yakalanan Anna ve Otto Quangel, kararların halk adına alındığı söylenen mahkemelerdeki sorgulama ve işkenceler sırasında da büyük bir direnç gösterirler. Otto Quangel “İşlemiş olduğum suç mu? Ben suç falan işlemedim. Ben savaşmam gerektiğine karar vermiştim.” (s.453) diyerek kararlılığını sürdürür. Hücrelere kapatıldıklarında dirençlerinden hiçbir şey kaybetmezler, sonlarının ölüm olduğunu bilerek davranırlar. Mahkemeye çıkarıldıklarında daha da korkusuzdurlar. Üstelik ölümlerini canilerin eline bırakmamak için birer de siyanür şişesi edinmişlerdir. Avukat, Führer’e bir özür dilekçesi yazmalarını, yazarlarsa affedilebileceklerini söylese de bunu kabul etmezler. Çünkü bu bir boyun eğiştir. Onlar ise direnmeyi seçmişler, sonuna kadar da bu kararlarından dönmeyeceklerdir. Her türlü korkudan arınmış olarak kendilerini özgür hissederler.

Anne ve Otto Quangel’in umutlarına, dirençlerine, mücadelelerine saygıyla. 

————-
Hans Fallada, Herkes Tek Başına Ölür, Everest Yayınları, Ekim 2011